25 Aralık 2024 Çarşamba

Robert Walser'ın İzinde Külde Sınanmak

 





                                                                                                                                                Virgülün bağladıklarına

 

“Hadi elim dedim, hadi bizden gidelim/ Seyyah benim, kağıt evim, kılavuz elim/ Bir kağıt boyu yol gittik bizden/ Kimse akşamı sormadı bizden/ Baktım herkesin gecesi başkasına kilitli / Kağıdın gecesi açık, bahçesi çıplak / Elim dedim, azlığım çokluğum körlüğüm dedim / Şu bahçeye girelim”*

  İnsanın  sevdiklerine dair  her şeye inanmaya istekli, hazır ve pürüzsüz bir saflık içinde olduğu anları tecrübe edenler o anların ne kadar kırılgan ve tayin edici olduğunu bilirler. Öyle anlarda kendilerine  yönelen ne varsa,  olduğu gibi  bir parçaları  olmaya başlayacakmış  gibi   gelir ve güven duygusu bu anların biriktirdiği olumlu ve olumsuz deneyimlerle şekillenir. Böylesi anların bilgisinden uzak hissedenler ise bu tür bir tecrübeyi   anımsamanın  zorluğundan yola çıkarak ,  bir dönem bunu  talihsizlikle tecrübe etmiş olduklarından emin olabilirler. Bağ kurduğumuz her şey,  dış dünyaya karşı kapıları açan ya da kapalı tutmayı tercih eden bir gözcü olan,  güven duygusunun ıstırabı ya da sevinciyle bize bağlıdır. İlk olarak insanla kurduğumuz bağla  başlayan bu süreç, alışkanlıklarımıza, nesnelere, tercihlerimize siner, güven duygusu ve kuşku arasındaki sürtüşmede  her iki duygu da kendi lehine birikir.  İnsanın içini açtığı ya da sırtını döndüğü her şeyin; kendine ait hissettiği dışarıdan  bir parçayı varlığına  iliştirmek  veya  kendinden bir parçayı dış dünyanın pençesine  kaptırmış olmak  arasındaki  becerisi ve yanılgısı, daha belirgin bir tanımla; inanma ve aldanma birikimi, insanın kendi gözcüsünün çalışma temposunu ve tarzını belirlemeye başlar.

İnsan  kendi gözcüsüne itimat  etmek ister. Gözcü ise silahlarını tereddütün anılarına göre  kuşanmıştır. Uzun günler ve geceler boyu, insanı  beklemek denen bu mesaide kapıların örtük ya da açık, beklemeye ve vazgeçmeye karşı değişen duruşunda, insanına duyduğu sadakatin kendi kanaatinden oluşan bilgeliğini taşır. İnsanını  bekleme  ve ona  dair inisiyatif kullanma anlarında reflekse ya da nasıra dönüşen bazı kanaatleri kadar, hamlelerimizi belirleyen ikinci bir güç yoktur. Bu gözcü;  ahlakla, dinle, duyguyla, düşünceyle, insanla, dünyayla, akılla, toplumla, kısacası her şeyle olan ilişkimizin müsadecisi ya da men edicisidir. Kimilerinin onu nasıl ikna ettiğini bilmeyiz. Bildiğimiz;   hatırladığımız ya da hatırlayamadığımız o saf ve belirleyici anların kendi hafızasının  çoktan işlemeye başlamış olduğudur. Ve yolda olan bizler, bu eşlikçimizin iç adımlarımızla ahengini korumak için, adımlarımızı  onunla eş zamanlı  açık ya da dar tutmak isteğiyle yolda kalmaya çabalarız.

 

Yazmak, diğer tüm bu ilişkilerin  yanında, bir şekilde o gözcünün araladığı kapıyı içeriden ve dışarıdan türlü şekillerde yoklamış, en kırılgan eylemlerden biridir. Yazmak eylemi, bazen eşikte, bazen içeride, bazen dışarıda olmak üzere  çeşitli şekillerde gözcüyle irtibat haline geçmiş, kiminin gözcüsüyle mesafeyi korumuş, kiminin ise iç uzaklarına kadar yürümüştür. Bu eylemle, yazar tarafından gözcünün gördüklerinin eskizleri defalarca çizilir, tüm sürtüşmeler incelikle  tartışılır, kapılar kâh çarpılır kâh açılır ve insan ıstırabın ve sevincin dolaşık bağlarıyla kendini yaşamın büyük cevabı olan anlama bağlar.

 

Parmak uçlarında, iç kulağında, iç dilinde, hafızasında ya da cesaretindeki kırılgan manevralarla güven, insanın iç ışığını dış dünyaya sızdırır ya da kendi içine doğru   yayar.  Peki bir gün kendi gözcüsünün sendelediğini gördüğünde insan ya da yazar ne yapar?

 

Uzun zamandır Robert Walser’ın hatıra ırmağının gitgide daralıp nihayet bir hatırasızlık denizine döküldüğü yerde, bir kıpırtı bekliyordum. Metinlerinin tanımlanamazlığı, karakterlerinin renkliliği, kalabalıklığı, uçarılığı, çocuksu ermişliği, kederli aldırmazlığı, iyimser unutkanlığı, masalsı trajedileri, neden ve sonuç ilişkisini unutturan an’ı dolduruşları, bütün karşısında parçanın hakkını verişleri arasında,  kafası ve parmakları karışık bir okur olarak, kendisine ayak uydurdum ve bazı günler Benjamenta Enstitüsü’ndeki yaşamın oturma odalarına ve yüksek tavanlı salonlarına girmeden önce bulunulan  bekleme odasından Jacob ile iç odalara, yokluğun koridorlarına geçtim. Bazı günler Gezinti’sine katılıp, dünyanın sonuna kadar yürüyen çocuğa eşlik ettim. Geri kalan günlerde ise  Haydut ile izlenimleri ve  hayat hikayesinin satır aralarını yağmaladım.

 


“Robert Walser’ın hayat hikayesinde bıraktığı izler öyle silikti ki, rüzgar onları az kalsın alıp götürecekti”  diye başlıyor  W.G.Sebald, Robert Walser’ın hatırasına yazdığı yazısına. İsviçre’de doğan Walser, önce şiirle başladığı yazma serüvenine Fritz Kochers Aufsatze, Tanner Kardeşler, Jacob von Gunten , Yardımcı, Gezinti adlı eserleriyle devam etmiş, savaş yıllarında askere çağrılmış,  1929 ‘da,  -şizofreni tanısına dair tartışmalar günümüzde hala devam etmekle birlikte- ağır anksiyete bozukluğu ve halüsinasyonların etkisiyle  sanatoryuma yatmış ve 25 Aralık 1957’de sanatoryum çevresinde  yürüyüş yaparken kalp krizi geçirerek yaşamını yitirmişti. Ölümünden yıllar sonra, sanatoryumda kaldığı süreçte tanıştığı yazar Carl Seelig’in kendisinden devraldığı, minyatür el yazısı tekniği mikrogram ile yazılmış yazıların çözümlenmesi ile ortaya çıkan  Kurşunkalem Bölgesi denen 4500 sayfalık külliyatı ve Haydut romanı ile  Walser, Sebald’in dediği gibi az kalsın unutulacakken yeniden keşfedilmişti.

 

Bir gün, tesadüfi bir özenle,  Walser’ın İsviçreli redaktör Max Rychner’a  20 Haziran 1927 tarihinde  yazdığı mektubu Rychner ile  okuyormuş gibi tekrar okudum. Bu sefer, önceki okumamdan daha fazla dikkatimi çekti. Mektubu katlayıp kendi hafızamın cebine koydum. Yerli yersiz zamanlarda açıp tekrar okudum. Mektupları tekrar tekrar  okumanın düşünceyi kat kat açtığına olan o eski inancımla, hayatına dair her şeyin silik olduğu bu esirgenmiş, yitmek üzere olan ırmağın bilgisinde, bu metin bana giderek daha konuşkan görünmeye başladı. Yazar, Kurşunkalem Bölgesi’ne nasıl ve neden sığındığını anlatırken, belki de  yıllar sonra gelecek olan okurlarına  kendine ve yazmaya dair en önemli noktayı işaret ediyordu.  Bu mektup, kesinlikle edebî bir mirastı. Kendisini yazı tarihi boyunca  açıp okumak isteyen herkes için bir mukaddime niteliğinde idi.

Mektubu bir yazar,  bir yalnız, bir hasta, bir tükenmiş, bir savaş yorgunu, bir yoksul, bir masalcı, bir çocuk, bir ihtiyar, bir refakatçi, bir öğretmen, bir öğrenci, bir veli yazıyordu. Walser, mektupta bir yazarın, bir insanın, bir yalnızın, bir hastanın, bir yoksulun, bir tükenmişin portresini çizmiş; bu portreye kendi gücünün sınırlarını , iyileşme anlayışını, kalabalıklaşma tarzını, kendi direnç noktalarını iliştirmişti.

“ Bu satırları yazan kişinin, dolmakalemden feci bir şekilde nefret ettiği, size anlatamayacağım ölçüde bıktığı bir an geldi; daha dolmakalemi eline alırken aptallaşıyordu ve kendini bu dolmakalem tiksintisinden kurtarmak için kurşunkalemle çiziktirmeye, çizmeye ve oyalanmaya başladı. Kurşunkalem sayesinde, yeniden daha iyi oynayabiliyor, daha iyi yazabiliyordum; yazmanın hazzı yeniden canlanıyor gibi geliyordu bana. Sizi temin ederim ki, elim dolmakalemle ciddi bir çöküntü, bir tür kramp geçirmişti. Bu kasılmanın pençesinden, kurşunkalem yolunda güçlükle, ağır ağır ilerleyerek kurtuldum. Acz, kramp, hissizlik, daima bedensel olduğu kadar, ruhsal bir şeydir de aynı zamanda. Yani bir anlamda elyazıma, elyazımın dağılıp çözülmesine yansıyan bir sarsıntı dönemi geçirdim ve kurşunkalem ödevlerini temize çekerken, bir oğlan çocuğu gibi yeniden öğrendim- yazmayı.”

 Bir gün kendi gözcüsünün  sendelediğini gördüğünde  kendini ancak  kayıt altına aldığı , kağıttan bir  aynada seyredebilen manevi sürgündeki  bir  insan ne yapar? Walser’ın Jacob von Gunten’de kullandığı bir kelime var. Weltschmerz:  Dünya acısı, ağrısı, fiziksel gerçekliğin zihnin taleplerini asla karşılamayacağından duyulan melankoli.  Günden güne artan halisünasyonlar ve ruhsal sıkıntıların, güven duygusunun belleğine kaydetmiş olduğu verileri silmeye başlamasıyla, gözcünün  kudretten düşüşünün bilincinde olan elin ağrısı.  Elin bilinci. Gözcüden devralınan yaşam nöbeti.  Eliyle yazmak arasındaki hayati damar tıkanıklığını gidermek.  Güven, ağır yenilgiler aldığında kayıplarıyla  nereye doğru gerilerse, insan da oraya çekilir. Orada  çadır kurar, orada ateş yakar, orada hikayesini anlatır ya da orada susar.

 

Bu mektubun altına Haydut romanında,  Haydut’un aldığı bir  baston darbesinden sonra elini anlattığı kısmı iliştirirsek, elini öperek iyileştiren bir çocuğun, dünya ağrısını şefkatle gidermeye çalışan bir bilgenin,  yazdıklarıyla  kendisini  nasıl  kavramaya çalıştığını  ve çekildiği kaleyi nasıl bir içlilikle savunmayı dilediğini  hissedebiliriz.

 “ Yani insan bazen kendi elini öpebiliyor. Haydut bu sabırlı ele hayran kalmıştı ve içinden bu eli sanki haksız yere cezalandırılmış bir çocuğu okşar gibi okşamak geldi. Zira Haydut’un nezaket kurallarına aykırı davranmış olması bu zavallı elin kusuru değildi.(..) Haydut eline bir baktı ve şöyle dedi: ‘Evet, aşağılanmanın acısını çekmek iyilere düşüyor.’ Ve cezalandırıldığı için güldü eline. Neden onu korumuştu ki? Neden onun tepesine kalkan olmak için alelacele kalkmıştı havaya? Onun doğal hizmetkarı olduğu için mi? (..) Gülüşü çok acımasız göründü Haydut’a . ‘Ama ne olursa olsun sen benimsin’ deyiverdi kendine ve eline. Yani o el onun olduğu için acı çekiyordu.”

“Elim açık denizi kelimelerin/ Önce dumanı görünür ya gemilerin/ Dumanı görünür önce avucumuzdan/ Sefere çıkan kelimelerin de :gitti /Gider, duman gider, kül kalır/Uğurlanan kelimeler gibi şu yolculara bak/ Yol yolcuyla gider, gidende göz/ Elde vedalardan uzun bir gece kalır/ Kül elim, ıssız elim, kör elim / Giden gitti biz nereye gidelim?”*

 


Öldüğü gün tesadüfen orada bulunan bir fotoğrafçının çektiği karede Walser, ilk romanı Fritz Kochers Aufsaetze’de  kendisi gibi karlar üzerinde yatan bir cesetle adeta özdeşleştiği bir görüntü veriyordu. Belki diyebiliriz ki, tüm eserlerine bölünmüş  bir ben kitabını bir fotoğrafta ölümsüzleştiriyordu.  Öldüğünde elinin kalbinde olması, bir kalp krizinin insan bedeninde son kez resmedilişi olduğu gibi,  Jacob’a  söylettiği “ah, tüm bu düşünceler, bu eşsiz özlemler, bu arayışlar, ellerimi bir anlama doğru uzatışım”  cümlesinin sonundaki nokta da olabilir.

İnsanın  sevdiklerine dair  her şeye inanmaya istekli, hazır ve pürüzsüz bir saflık içinde olduğu anları tecrübe edenler o anların ne kadar kırılgan ve tayin edici olduğunu bilirler. Bağ kurduğumuz her şey,  dış dünyaya karşı kapıları açan ya da kapalı tutmayı tercih eden bir gözcü olan  güven duygusunun ıstırabı ya da sevinciyle bize bağlıdır. Yazar tarafından gözcünün gördüklerinin defalarca eskizleri çizilir, tüm sürtüşmeler incelikle  tartışılır, kapılar kâh çarpılır kâh açılır ve insan ıstırabın ve sevincin dolaşık bağlarıyla kendini yaşamın büyük cevabı olan anlama bağlar.

 

Gündelik yaşamın akışında Walser’ daki gibi  sendeleyen bir  gözcüyle, güvenin insanda nüksettirdikleriyle  yaşama hali, bir yanıyla her insanın yaşamındaki en az bir evrenin arkadaşıdır. Belleğin dikkatiyle olsun, dağınıklığıyla  olsun, yaşam somut anlamda da soyut anlamda da  bir bakıştır. İnsanın yazmaya ya da üretmeye istekli olduğu anlar, en kalabalıklaştığı anlardır. O çizgiye geldiğinde, herkes kapılarını gıcırdatmak ister. Herkes Walser gibidir. Walser, herkes gibidir ve bu eşitlenme kırılgandır.

Kötürümleşmiş sevme yeteneklerini, kimsenin dikkat etmediği cansız madde ve nesnelerde, külde, iğnede, kurşunkalem ve kibritte sınamak zorunda kalanlardan bahsediyor Sebald aynı yazısında.  Walser’ın küle dair yazdıklarıyla kitap girişlerinde yer alan  biyografisi yer değiştiriyor olsa biz Walser hakkında hâlâ aynı şeyleri biliyor olurduk ve bu eşitlenme daha da kırılgandır.

“ Gerçekten de, bir nebze derinden ele alındığında, bu kadar sıradan görünen bu nesneye yönelik, hiç de sıradan olmayan şeyler söylenebilir, mesela: Üflediğin zaman külün, anında uçuşmaya karşı koyan en ufak bir yönü yoktur. Kül alçakgönüllülüğün, önemsizliğin ve değersizliğin ta kendisidir, en güzeli de: Külün kendisi, hiçbir işe yaramadığı inancıyla dopdoludur. Külden daha asılsız, zayıf ve zavallı olunabilir mi? Kolay olmasa gerek. Külden daha affedici ve tahammülü olabilecek bir şey var mıdır? Sanmam. Kül mizaç nedir bilmez ve yılgınlık, taşkınlıktan nasıl uzaksa kül de her cins odundan da fersah fersah uzaktır. Külün olduğu yerde aslında hiçbir şey yoktur. Ayağını küle koy, bir şeye  bastığını bile hissetmeyeceksindir.”

 * Yokuş Yol'a dergisinde yayımlanmıştır. 

 

1.      W.G. Sebald, Kır  Evinde  İkamet, Can Yayınları

2.      Robert Walser, Haydut ( Cemal Ener yazısı ile birlikte), Can Yayınları

3.      Robert Walser, Jacob von Gunten, Jaguar Yayınları

4.      Robert Walser, Gezinti , Can Yayınları

5.      * Şiir : Haydar Ergülen, Keder Gibi Ödünç  “ El Yazısı Gevezedir” şiiri, Yasak Meyve Yayınları