Virgülün bağladıklarına
“Hadi elim
dedim, hadi bizden gidelim/ Seyyah benim, kağıt evim, kılavuz elim/ Bir kağıt
boyu yol gittik bizden/ Kimse akşamı sormadı bizden/ Baktım herkesin gecesi
başkasına kilitli / Kağıdın gecesi açık, bahçesi çıplak / Elim dedim, azlığım
çokluğum körlüğüm dedim / Şu bahçeye girelim”*
İnsanın sevdiklerine dair her şeye inanmaya istekli, hazır ve pürüzsüz
bir saflık içinde olduğu anları tecrübe edenler o anların ne kadar kırılgan ve
tayin edici olduğunu bilirler. Öyle anlarda kendilerine yönelen ne varsa, olduğu gibi
bir parçaları olmaya
başlayacakmış gibi gelir ve güven duygusu bu anların
biriktirdiği olumlu ve olumsuz deneyimlerle şekillenir. Böylesi anların bilgisinden uzak hissedenler ise bu tür bir tecrübeyi anımsamanın
zorluğundan yola çıkarak , bir dönem
bunu talihsizlikle tecrübe etmiş
olduklarından emin olabilirler. Bağ kurduğumuz her şey, dış dünyaya karşı kapıları açan ya da kapalı
tutmayı tercih eden bir gözcü olan,
güven duygusunun ıstırabı ya da sevinciyle bize bağlıdır. İlk olarak
insanla kurduğumuz bağla başlayan bu
süreç, alışkanlıklarımıza, nesnelere, tercihlerimize siner, güven duygusu ve
kuşku arasındaki sürtüşmede her iki
duygu da kendi lehine birikir. İnsanın
içini açtığı ya da sırtını döndüğü her şeyin; kendine ait hissettiği dışarıdan bir parçayı varlığına iliştirmek
veya kendinden bir parçayı dış
dünyanın pençesine kaptırmış olmak arasındaki
becerisi ve yanılgısı, daha belirgin bir tanımla; inanma ve aldanma
birikimi, insanın kendi gözcüsünün çalışma temposunu ve tarzını belirlemeye
başlar.
İnsan kendi gözcüsüne
itimat etmek ister. Gözcü ise
silahlarını tereddütün anılarına göre
kuşanmıştır. Uzun günler ve geceler boyu, insanı beklemek denen bu mesaide kapıların örtük ya
da açık, beklemeye ve vazgeçmeye karşı değişen duruşunda, insanına duyduğu
sadakatin kendi kanaatinden oluşan bilgeliğini taşır. İnsanını bekleme
ve ona dair inisiyatif kullanma
anlarında reflekse ya da nasıra dönüşen bazı kanaatleri kadar, hamlelerimizi
belirleyen ikinci bir güç yoktur. Bu gözcü; ahlakla, dinle, duyguyla, düşünceyle,
insanla, dünyayla, akılla, toplumla, kısacası her şeyle olan ilişkimizin
müsadecisi ya da men edicisidir. Kimilerinin onu nasıl ikna ettiğini bilmeyiz.
Bildiğimiz; hatırladığımız ya da
hatırlayamadığımız o saf ve belirleyici anların kendi hafızasının çoktan işlemeye başlamış olduğudur. Ve yolda
olan bizler, bu eşlikçimizin iç adımlarımızla ahengini korumak için,
adımlarımızı onunla eş zamanlı açık ya da dar tutmak isteğiyle yolda kalmaya
çabalarız.
Yazmak, diğer tüm bu ilişkilerin yanında, bir şekilde o gözcünün araladığı
kapıyı içeriden ve dışarıdan türlü şekillerde yoklamış, en kırılgan eylemlerden
biridir. Yazmak eylemi, bazen eşikte, bazen içeride, bazen dışarıda olmak üzere çeşitli şekillerde gözcüyle irtibat haline
geçmiş, kiminin gözcüsüyle mesafeyi korumuş, kiminin ise iç uzaklarına kadar
yürümüştür. Bu eylemle, yazar tarafından gözcünün gördüklerinin eskizleri
defalarca çizilir, tüm sürtüşmeler incelikle
tartışılır, kapılar kâh çarpılır kâh açılır ve insan ıstırabın ve
sevincin dolaşık bağlarıyla kendini yaşamın büyük cevabı olan anlama bağlar.
Parmak uçlarında, iç kulağında, iç dilinde, hafızasında ya
da cesaretindeki kırılgan manevralarla güven, insanın iç ışığını dış dünyaya
sızdırır ya da kendi içine doğru
yayar. Peki bir gün kendi
gözcüsünün sendelediğini gördüğünde insan ya da yazar ne yapar?
Uzun zamandır Robert Walser’ın hatıra ırmağının gitgide
daralıp nihayet bir hatırasızlık denizine döküldüğü yerde, bir kıpırtı
bekliyordum. Metinlerinin tanımlanamazlığı, karakterlerinin renkliliği,
kalabalıklığı, uçarılığı, çocuksu ermişliği, kederli aldırmazlığı, iyimser
unutkanlığı, masalsı trajedileri, neden ve sonuç ilişkisini unutturan an’ı
dolduruşları, bütün karşısında parçanın hakkını verişleri arasında, kafası ve parmakları karışık bir okur olarak,
kendisine ayak uydurdum ve bazı günler Benjamenta Enstitüsü’ndeki yaşamın
oturma odalarına ve yüksek tavanlı salonlarına girmeden önce bulunulan
bekleme odasından Jacob ile iç
odalara, yokluğun koridorlarına geçtim. Bazı günler Gezinti’sine katılıp,
dünyanın sonuna kadar yürüyen çocuğa eşlik ettim. Geri kalan günlerde ise Haydut ile izlenimleri ve hayat hikayesinin satır aralarını yağmaladım.
“Robert Walser’ın hayat hikayesinde bıraktığı izler öyle silikti
ki, rüzgar onları az kalsın alıp götürecekti”
diye başlıyor W.G.Sebald, Robert
Walser’ın hatırasına yazdığı yazısına. İsviçre’de doğan Walser, önce şiirle
başladığı yazma serüvenine Fritz Kochers Aufsatze, Tanner Kardeşler, Jacob von
Gunten , Yardımcı, Gezinti adlı eserleriyle devam etmiş, savaş yıllarında
askere çağrılmış, 1929 ‘da, -şizofreni tanısına dair tartışmalar
günümüzde hala devam etmekle birlikte- ağır anksiyete bozukluğu ve
halüsinasyonların etkisiyle sanatoryuma
yatmış ve 25 Aralık 1957’de sanatoryum çevresinde yürüyüş yaparken kalp
krizi geçirerek yaşamını yitirmişti. Ölümünden yıllar sonra, sanatoryumda
kaldığı süreçte tanıştığı yazar Carl Seelig’in kendisinden devraldığı, minyatür
el yazısı tekniği mikrogram ile yazılmış yazıların çözümlenmesi ile ortaya
çıkan Kurşunkalem Bölgesi denen 4500
sayfalık külliyatı ve Haydut romanı ile
Walser, Sebald’in dediği gibi az kalsın unutulacakken yeniden keşfedilmişti.
Bir gün, tesadüfi bir özenle, Walser’ın İsviçreli redaktör Max Rychner’a 20 Haziran 1927 tarihinde yazdığı mektubu Rychner ile okuyormuş gibi tekrar okudum. Bu sefer, önceki
okumamdan daha fazla dikkatimi çekti. Mektubu katlayıp kendi hafızamın cebine
koydum. Yerli yersiz zamanlarda açıp tekrar okudum. Mektupları tekrar tekrar okumanın düşünceyi kat kat açtığına olan o
eski inancımla, hayatına dair her şeyin silik olduğu bu esirgenmiş, yitmek
üzere olan ırmağın bilgisinde, bu metin bana giderek daha konuşkan görünmeye
başladı. Yazar, Kurşunkalem Bölgesi’ne nasıl ve neden sığındığını anlatırken,
belki de yıllar sonra gelecek olan
okurlarına kendine ve yazmaya dair en
önemli noktayı işaret ediyordu. Bu mektup,
kesinlikle edebî bir mirastı. Kendisini yazı tarihi boyunca açıp okumak isteyen herkes için bir mukaddime
niteliğinde idi.
Mektubu bir yazar,
bir yalnız, bir hasta, bir tükenmiş, bir savaş yorgunu, bir yoksul, bir
masalcı, bir çocuk, bir ihtiyar, bir refakatçi, bir öğretmen, bir öğrenci, bir
veli yazıyordu. Walser, mektupta bir yazarın, bir insanın, bir yalnızın, bir
hastanın, bir yoksulun, bir tükenmişin portresini çizmiş; bu portreye kendi
gücünün sınırlarını , iyileşme anlayışını, kalabalıklaşma tarzını, kendi direnç
noktalarını iliştirmişti.
“ Bu satırları yazan kişinin, dolmakalemden feci bir şekilde
nefret ettiği, size anlatamayacağım ölçüde bıktığı bir an geldi; daha
dolmakalemi eline alırken aptallaşıyordu ve kendini bu dolmakalem
tiksintisinden kurtarmak için kurşunkalemle çiziktirmeye, çizmeye ve oyalanmaya
başladı. Kurşunkalem sayesinde, yeniden daha iyi oynayabiliyor, daha iyi
yazabiliyordum; yazmanın hazzı yeniden canlanıyor gibi geliyordu bana. Sizi
temin ederim ki, elim dolmakalemle ciddi bir çöküntü, bir tür kramp geçirmişti.
Bu kasılmanın pençesinden, kurşunkalem yolunda güçlükle, ağır ağır ilerleyerek
kurtuldum. Acz, kramp, hissizlik, daima bedensel olduğu kadar, ruhsal bir
şeydir de aynı zamanda. Yani bir anlamda elyazıma, elyazımın dağılıp
çözülmesine yansıyan bir sarsıntı dönemi geçirdim ve kurşunkalem ödevlerini
temize çekerken, bir oğlan çocuğu gibi yeniden öğrendim- yazmayı.”
Bir gün kendi
gözcüsünün sendelediğini gördüğünde kendini ancak
kayıt altına aldığı , kağıttan bir
aynada seyredebilen manevi sürgündeki
bir insan ne yapar? Walser’ın
Jacob von Gunten’de kullandığı bir kelime var. Weltschmerz: Dünya acısı, ağrısı, fiziksel gerçekliğin
zihnin taleplerini asla karşılamayacağından duyulan melankoli. Günden güne artan halisünasyonlar ve ruhsal
sıkıntıların, güven duygusunun belleğine kaydetmiş olduğu verileri silmeye
başlamasıyla, gözcünün kudretten
düşüşünün bilincinde olan elin ağrısı.
Elin bilinci. Gözcüden devralınan yaşam nöbeti. Eliyle yazmak arasındaki hayati damar
tıkanıklığını gidermek. Güven, ağır
yenilgiler aldığında kayıplarıyla nereye
doğru gerilerse, insan da oraya çekilir. Orada
çadır kurar, orada ateş yakar, orada hikayesini anlatır ya da orada
susar.
Bu mektubun altına Haydut romanında, Haydut’un aldığı bir baston darbesinden sonra elini anlattığı
kısmı iliştirirsek, elini öperek iyileştiren bir çocuğun, dünya ağrısını şefkatle
gidermeye çalışan bir bilgenin,
yazdıklarıyla kendisini nasıl
kavramaya çalıştığını ve
çekildiği kaleyi nasıl bir içlilikle savunmayı dilediğini hissedebiliriz.
“ Yani insan bazen
kendi elini öpebiliyor. Haydut bu sabırlı ele hayran kalmıştı ve içinden bu eli
sanki haksız yere cezalandırılmış bir çocuğu okşar gibi okşamak geldi. Zira
Haydut’un nezaket kurallarına aykırı davranmış olması bu zavallı elin kusuru
değildi.(..) Haydut eline bir baktı ve şöyle dedi: ‘Evet, aşağılanmanın acısını
çekmek iyilere düşüyor.’ Ve cezalandırıldığı için güldü eline. Neden onu
korumuştu ki? Neden onun tepesine kalkan olmak için alelacele kalkmıştı havaya?
Onun doğal hizmetkarı olduğu için mi? (..) Gülüşü çok acımasız göründü Haydut’a
. ‘Ama ne olursa olsun sen benimsin’ deyiverdi kendine ve eline. Yani o el onun
olduğu için acı çekiyordu.”
“Elim açık
denizi kelimelerin/ Önce dumanı görünür ya gemilerin/ Dumanı görünür önce avucumuzdan/
Sefere çıkan kelimelerin de :gitti /Gider, duman gider, kül kalır/Uğurlanan
kelimeler gibi şu yolculara bak/ Yol yolcuyla gider, gidende göz/ Elde
vedalardan uzun bir gece kalır/ Kül elim, ıssız elim, kör elim / Giden gitti
biz nereye gidelim?”*
Öldüğü gün tesadüfen orada bulunan bir fotoğrafçının çektiği
karede Walser, ilk romanı Fritz Kochers Aufsaetze’de kendisi gibi karlar üzerinde yatan bir
cesetle adeta özdeşleştiği bir görüntü veriyordu. Belki diyebiliriz ki, tüm
eserlerine bölünmüş bir ben kitabını bir
fotoğrafta ölümsüzleştiriyordu.
Öldüğünde elinin kalbinde olması, bir kalp krizinin insan bedeninde son
kez resmedilişi olduğu gibi, Jacob’a
söylettiği “ah, tüm bu düşünceler, bu eşsiz özlemler, bu
arayışlar, ellerimi bir anlama doğru uzatışım” cümlesinin sonundaki nokta da olabilir.
İnsanın sevdiklerine
dair her şeye inanmaya istekli, hazır ve
pürüzsüz bir saflık içinde olduğu anları tecrübe edenler o anların ne kadar
kırılgan ve tayin edici olduğunu bilirler. Bağ kurduğumuz her şey, dış dünyaya karşı kapıları açan ya da kapalı
tutmayı tercih eden bir gözcü olan güven
duygusunun ıstırabı ya da sevinciyle bize bağlıdır. Yazar tarafından gözcünün
gördüklerinin defalarca eskizleri çizilir, tüm sürtüşmeler incelikle tartışılır, kapılar kâh çarpılır kâh açılır
ve insan ıstırabın ve sevincin dolaşık bağlarıyla kendini yaşamın büyük cevabı
olan anlama bağlar.
Gündelik yaşamın akışında Walser’ daki gibi sendeleyen bir gözcüyle, güvenin insanda
nüksettirdikleriyle yaşama hali, bir
yanıyla her insanın yaşamındaki en az bir evrenin arkadaşıdır. Belleğin
dikkatiyle olsun, dağınıklığıyla olsun,
yaşam somut anlamda da soyut anlamda da
bir bakıştır. İnsanın yazmaya ya da üretmeye istekli olduğu anlar, en
kalabalıklaştığı anlardır. O çizgiye geldiğinde, herkes kapılarını gıcırdatmak
ister. Herkes Walser gibidir. Walser, herkes gibidir ve bu eşitlenme
kırılgandır.
Kötürümleşmiş sevme yeteneklerini, kimsenin dikkat
etmediği cansız madde ve nesnelerde, külde, iğnede, kurşunkalem ve kibritte
sınamak zorunda kalanlardan bahsediyor Sebald aynı yazısında. Walser’ın küle dair yazdıklarıyla kitap
girişlerinde yer alan biyografisi yer
değiştiriyor olsa biz Walser hakkında hâlâ aynı şeyleri biliyor olurduk ve bu
eşitlenme daha da kırılgandır.
“ Gerçekten de, bir nebze derinden ele alındığında, bu kadar
sıradan görünen bu nesneye yönelik, hiç de sıradan olmayan şeyler söylenebilir,
mesela: Üflediğin zaman külün, anında uçuşmaya karşı koyan en ufak bir yönü
yoktur. Kül alçakgönüllülüğün, önemsizliğin ve değersizliğin ta kendisidir, en
güzeli de: Külün kendisi, hiçbir işe yaramadığı inancıyla dopdoludur. Külden
daha asılsız, zayıf ve zavallı olunabilir mi? Kolay olmasa gerek. Külden daha
affedici ve tahammülü olabilecek bir şey var mıdır? Sanmam. Kül mizaç nedir
bilmez ve yılgınlık, taşkınlıktan nasıl uzaksa kül de her cins odundan da
fersah fersah uzaktır. Külün olduğu yerde aslında hiçbir şey yoktur. Ayağını
küle koy, bir şeye bastığını bile
hissetmeyeceksindir.”
1.
W.G.
Sebald, Kır Evinde İkamet, Can Yayınları
2.
Robert
Walser, Haydut ( Cemal Ener yazısı ile birlikte), Can Yayınları
3.
Robert
Walser, Jacob von Gunten, Jaguar Yayınları
4.
Robert
Walser, Gezinti , Can Yayınları
5.
*
Şiir : Haydar Ergülen, Keder Gibi Ödünç
“ El Yazısı Gevezedir” şiiri, Yasak Meyve Yayınları