Kaç gündür Mrs. Dalloway ‘i düşünüyorum. Aslında Mrs. Dalloway ‘i yıllardır düşünüyorum. Ne zaman bulvarda yürüsem, çiçekçilerin önünde dursam, bir sokak çalgıcısına rastlasam, parklardan geçsem, elleri ceplerinde bir kadın ve paltosuna gömülmüş bir adam aynı dalgınlıkla birbirlerini fark etmeden sadece bir an için aynı hizaya gelseler ve zıt yönlere doğru yürüseler, gerçek ve hayalin arasından geçtiğini sandığımız o kurgusal çizgide bakışlarımı insanlardan arta kalan boşluğa çevirip “Bayan Dalloway!” diye seslenmek geliyor içimden. “Bir roman kahramanını bu kadar diri tutan nedir?” sorusunun cevabı, belki de okurun içinde bulunduğu “şimdiki zamanların” roman kahramanı tarafından ne kadar sıklıkla işgal edildiğinde gizlidir.
Kaç
gündür zihnimden kırbaç şakırtıları geçiyor. Kaç gündür kitaptaki kelimelerin
sesleri arasından neden en çok bu sesi duyduğumu düşünüyorum. O sırada karşımda
bir anda sağa doğru hafifçe kıpırdayan yelkovana gözüm takılıyor.” Evet, işte
bundan! “ diyorum. Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway romanında, bir kadının, bir
sabah , o gün akşam vereceği davet için çiçekleri kendisinin almak istemesiyle
evden çıkarken başlayan bir gününü, iç monologların zaman ve mekandan
bağımsız akışı ile anlatırken, düzenli
kullandığı tek bir şey vardı :” Big Ben’in yarım saatte bir şehre dağılan sesi”.
Anları bir tırmığın ucuyla düzeltir gibi bu sesle tasnif ediyor ve okurun
bilincindeki akışa da böyle müdahale ediyordu. Zihin geçmişi bugünü ve geleceği
aynı anda, tek bir çizgide düşünmenin hazzını yaşayabilirdi ta ki yelkovan her
kıpırdadığında zamanın kırbacını sırtında hissedene dek!
Bununla
birlikte, M.C.
Anday’ın “Çünkü saatler dardır, her şeyi almaz” mısrasında söylediği gibi Virginia
Woolf da
romana önce “ Saatler” adını verdiği halde, asıl yaşamını saatlerle
ölçülemeyen bilinç dünyasında yaşayan “insan”ı öne çıkarmak için “Mrs .
Dalloway” isminde karar kılmıştı. Bu
seçimi, şimdi buradan geçmişe doğru bakarken, yazarın, kırbacın insana değerken “ah” a dönüşen sesini,
kırbacın kendi şakırtısından daha baskın duyulmasını istediği izlenimi veriyor.
Kendi
ruhunu 52 yaşında İngiliz aristokrasisinin yüksek tabakasından bir kadına ve
otuzlu yaşlarında memur ve savaştan arta kalan travma ile boğuşan
bir adama bölüştürerek iki ayrı karaktere giydiren Woolf, bu iki karakteri
romanda aynı şehirde aynı yerlerden geçtikleri, aynı şairden aynı mısraları
mırıldandıkları ve benzer sorgulamaları yaşadıkları halde birbirleriyle hiç
karşılaştırmazken, bizi eş zamanlı olarak hem Londra sokaklarında hem de içinin
çelişkiler, ayrılıklar, zıtlıklarla dolu varoluşsal sancılarında dolaştırmaktadır.
Romanın
sonuna doğru, kendisinin bir yarısını temsil eden Septimus Warren Smith ‘a
intiharı seçtirerek , kendi provasını yapan Virginia Woolf, Septimus pencereden
atlarken zamanın ona karşı kaldırdığı
son kırbacını, davet akşamı, hiç tanımadığı bu gencin ölümüyle tuhaf bir
şekilde sarsılan Mrs Dalloway’a indirerek
, yaşayan ve ölen taraflarını tek bir sancıda buluşturmuştur.
İki
karakterin bilincini karmaşık bir coğrafyada birbirine paralel iki nehir gibi
akıtan Woolf, aynı sudan yaratılmış
olduklarından, kesişebilme ihtimallerinin olduğu noktalara rağmen ölüm haberine kadar, birbirlerine sıçrayan
sudan ürpermeyecek şekilde tasarlamışken, ancak birinin akışının sesi
kesildiğinde diğerini onun sessizliğiyle düşündürür. Sadece bilinçler değil Big
Ben‘in sesi, hayat ve Regent Parkı Metro Durağı’nın tam karşısında duran yaşlı
kadının söylediği şarkı bile bir akış halindedir. Bu “ yaşı ve cinsiyeti olmayan ses topraktan fışkıran
eski bir ırmağın sesi”dir. Bu eski şarkı, “ sonsuz çağların düğümlü köklerine,
iskeletlerine, hazinelerine sızıyor” du ve o şarkıyı söyleyen ihtiyar “ on
milyon yıl” sonra da orada olacaktı.
Adına
çekim dediğimiz o manyetik bağ, evrende her şeyi birbirine yakın ve belli bir
düzen içinde tuttuğu gibi, insan ruhu ile içinde bulunduğu an arasında da bir
çekim sözkonusuydu. Yaşamak için içinde
bulunduğumuz an’ın da çekim gücüne ve bizi kendi merkezine doğru çekmesine
muhtaçtık , bu çekimin koptuğu yerde dağılma ve savrulma başlıyordu. An’ın
çekim gücü yeterince olmadığında anılar ve hayaller devreye giriyordu. Ve yazmak
işte tam da o dağılma anlarında an’a çekim gücü yükleme çabasından doğuyordu. Şimdiki
zamanı sular altında olan Woolf, bilinç akımı tekniğini kullanarak çekiminden
hiç kurtulamadığı geçmişi çözümleyerek anlamak ve geleceğe dair evhamlarıyla
kurgularında yüzleşmek için iç monologlarda anları ve izlenimleri ön plana
çıkararak şimdiki zamanın gücünden yararlanıyordu. Yani , yazar , en az
yaşadığı zaman dilimini yazıyordu ve
böylece su üstünde kalıyordu ta ki, yazamama korkusu ve zihnindeki sesler kendi
bilincini ele geçirene dek. Geldiği son noktayı Mrs Dalloway’de “ bir tek gün
bile yaşamamanın çok tehlikeli olduğunu hissettiğini “ yazarak o yıllardan
öngörüyordu.
Virginia da aslında
Septimus gibi ölmek istediği için ölümü seçmiyordu. “Hava güneşli ve sıcaktı”. Septimus
ölmeden önce pencereden bakarken ve aklının sınırlarının ötesine geçmişken,
evleri, ağaçları ve tüm şehri sular altında görüyordu. Anne karnında bir
ceninin gözünden dünyaya bakarmış gibi bir
panoramayı anımsatan bu bakış, satırları okurken ölümü tercihinin bir gidiş
değil de bir çekiliş hissi verdiği duygusunu
hissettirir. Orada insana kendini korunaklı hissettiren o flu görüntü ve
su sesi onu dünyadan ayırırken aklının sınırlarının ötesine geçmiş tarafına
güven telkin ediyordu. Belki de o anda kendini koruma dürtüsüyle hareket eden
bilinçaltı o anda anne karnının güvencesini ona vererek bilincini
uyuşturmaktaydı. Aynı şekilde önde gelen Romantiklerden William Wordsworth’ün
tabiata dair panteistik yaklaşımından derinden etkilenen Virginia Woolf,
romandan yıllar sonra ceplerine taşlar doldurarak Ouse Nehri kıyısına
geldiğinde de, tabiatın kaynayan yataklarına, rahmine yönelerek muhtemelen kendini suya aynı hislerle teslim ediyordu.
Dalgalar
romanında Woolf, bu andan sonrasını
şöyle özetliyor :
“Süpüren ve kayaların en son kıyılarını aklıkla dolduran
köpüğüm ben “
Kaç gündür Mrs.
Dalloway’i düşünüyorum ve zamanın kırbacı yelkovan, şakırdayarak dönüyor. Zaman
zaman yazarın Regent Parkı Metro Durağı’ndan yüzyıllar sonra da orada olacağını
vaat ettiği şarkıdan geçiyorum:
“ee um fah um so
foo swee too eem to”
“sevgilim bir mayıs
günü yanımda yürümüştü, … ve sonra tepeleri ölümün orağı biçti “
Bir şey olmalı
diye düşünüyorum. T.S. Eliot öyle demişti East Coker’ın sonunda : “
bitimimdedir benim başlangıcım..” Yazarın bilincindeki akışa kendi
bilincimin ceplerinde taşlarla girdiğim bu düşsel yolculuktan, bilinçteki akışı
ırmağın akışıyla kesmenin sancısını denediği bu nehirden , bir yaşam
kıpırtısıyla çıkmalıydım. O düşünceyle ellerimdeki ıslaklığı ovuştururken Dalgalar
romanından kendi sesimin yazarın sesiyle üst üste geldiği bir bölüme rastladım.
İlk paragrafı ödünç alıp kendi adıma okudum:
“Ama, incecik bir düş bu. Kağıttan bir ağaç bu. Her şey daha soluk sanki.
Gideceğim şimdi kitaplığa, bir kitap alacağım, okuyacağım, bakacağım; yine
okuyacağım, bakacağım. Çiçekler toplayacağım; bir tek demet yapacağım
çiçekleri, sımsıkı tutacağım, sunacağım - Ah! Kime?”
Ve sonra elinde çiçeklerle bulvarda yanımdan defalarca geçtiğini düşlediğim Mrs Dalloway’in aynı adlı kitabını kapatırken yazarın sesini kendi sesimden daha baskın bir şekilde duydum:
Ve sonra elinde çiçeklerle bulvarda yanımdan defalarca geçtiğini düşlediğim Mrs Dalloway’in aynı adlı kitabını kapatırken yazarın sesini kendi sesimden daha baskın bir şekilde duydum:
“Varlığımın akışını durduran bir şey var; derin bir ırmak bir engeli zorluyor; sarsıyor, çekiyor; merkezdeki bir düğüm direniyor. Ah, üzüntü bu, acı bu. Bayılıyorum, gücüm kesiliyor. Kime vereceğim şimdi, bütün bu benden, benim sıcak, benim her şeyi sızdıran bedenimden dökülenleri? Çiçeklerimi bir araya toplayacağım, sunacağım - Ah! Kime?
Vereceğim, zenginleştireceğim; bu güzelliği yeniden yeryüzüne döndüreceğim. Çiçeklerimi bir tek demette toplayacağım, elimi uzatmış yaklaşarak sunacağım onları - Ah! Kime?”
Bu satırları
dinlerken zamanın kırbacı bir kez daha
indi. Ama “Ah!” sesi kırbacın şakırtısından baskındı. Yazarın da istediği
buydu.
Hatice Nisan / *Yokuş Yol’a dergisinde yayınlanmıştır
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder