8 Mayıs 2020 Cuma

Sular Altında Bir Şimdiki Zaman: Mrs.Dalloway'de Virginia Woolf



“Dünya kırbacını kaldırmıştı; nereye indirecekti acaba?”

Kaç gündür Mrs. Dalloway ‘i düşünüyorum. Aslında Mrs. Dalloway ‘i yıllardır düşünüyorum. Ne zaman bulvarda yürüsem, çiçekçilerin önünde dursam, bir sokak çalgıcısına rastlasam, parklardan geçsem, elleri ceplerinde bir kadın ve paltosuna gömülmüş bir adam aynı dalgınlıkla birbirlerini fark etmeden sadece bir an için aynı hizaya gelseler ve zıt yönlere doğru yürüseler, gerçek ve hayalin arasından geçtiğini sandığımız o kurgusal çizgide bakışlarımı insanlardan arta kalan boşluğa çevirip “Bayan Dalloway!” diye seslenmek  geliyor içimden. “Bir roman kahramanını bu kadar diri tutan nedir?” sorusunun cevabı, belki de okurun içinde bulunduğu “şimdiki zamanların” roman kahramanı tarafından ne kadar sıklıkla işgal edildiğinde gizlidir.
Kaç gündür zihnimden kırbaç şakırtıları geçiyor. Kaç gündür kitaptaki kelimelerin sesleri arasından neden en çok bu sesi duyduğumu düşünüyorum. O sırada karşımda bir anda sağa doğru hafifçe kıpırdayan yelkovana gözüm takılıyor.” Evet, işte bundan! “ diyorum. Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway romanında, bir kadının, bir sabah , o gün akşam vereceği davet için çiçekleri kendisinin almak istemesiyle evden çıkarken başlayan bir gününü, iç monologların zaman ve mekandan bağımsız  akışı ile anlatırken, düzenli kullandığı tek bir şey vardı :” Big Ben’in yarım saatte bir şehre dağılan sesi”. Anları bir tırmığın ucuyla düzeltir gibi bu sesle tasnif ediyor ve okurun bilincindeki akışa da böyle müdahale ediyordu. Zihin geçmişi bugünü ve geleceği aynı anda, tek bir çizgide düşünmenin hazzını yaşayabilirdi ta ki yelkovan her kıpırdadığında zamanın kırbacını sırtında hissedene dek!

Bununla birlikte, M.C. Anday’ın “Çünkü saatler dardır, her şeyi almaz” mısrasında söylediği gibi  Virginia Woolf  da  romana önce “ Saatler” adını verdiği halde, asıl yaşamını saatlerle ölçülemeyen bilinç dünyasında yaşayan “insan”ı öne çıkarmak için “Mrs . Dalloway” isminde  karar kılmıştı. Bu seçimi, şimdi buradan geçmişe doğru bakarken,  yazarın, kırbacın  insana değerken “ah” a dönüşen sesini, kırbacın kendi şakırtısından daha baskın duyulmasını  istediği izlenimi veriyor.
Kendi ruhunu 52 yaşında İngiliz aristokrasisinin yüksek tabakasından bir kadına ve otuzlu  yaşlarında  memur ve savaştan arta kalan travma ile boğuşan bir adama bölüştürerek iki ayrı karaktere giydiren Woolf, bu iki karakteri romanda aynı şehirde aynı yerlerden geçtikleri, aynı şairden aynı mısraları mırıldandıkları ve benzer sorgulamaları yaşadıkları halde birbirleriyle hiç karşılaştırmazken, bizi eş zamanlı olarak hem Londra sokaklarında hem de içinin çelişkiler, ayrılıklar, zıtlıklarla dolu varoluşsal sancılarında dolaştırmaktadır.

Romanın sonuna doğru, kendisinin bir yarısını temsil eden Septimus Warren Smith ‘a intiharı seçtirerek , kendi provasını yapan Virginia Woolf, Septimus pencereden atlarken zamanın ona karşı  kaldırdığı son kırbacını, davet akşamı, hiç tanımadığı bu gencin ölümüyle tuhaf bir şekilde sarsılan  Mrs Dalloway’a indirerek , yaşayan ve ölen taraflarını tek bir sancıda buluşturmuştur.

İki karakterin bilincini karmaşık bir coğrafyada birbirine paralel iki nehir gibi akıtan Woolf, aynı sudan  yaratılmış olduklarından, kesişebilme ihtimallerinin olduğu noktalara rağmen  ölüm haberine kadar, birbirlerine sıçrayan sudan ürpermeyecek şekilde tasarlamışken, ancak birinin akışının sesi kesildiğinde diğerini onun sessizliğiyle düşündürür. Sadece bilinçler değil Big Ben‘in sesi, hayat ve Regent Parkı Metro Durağı’nın tam karşısında duran yaşlı kadının söylediği şarkı bile bir akış halindedir. Bu  “ yaşı ve cinsiyeti olmayan ses topraktan fışkıran eski bir ırmağın sesi”dir. Bu eski şarkı, “ sonsuz çağların düğümlü köklerine, iskeletlerine, hazinelerine sızıyor” du ve o şarkıyı söyleyen ihtiyar “ on milyon yıl” sonra da orada olacaktı.
Adına çekim dediğimiz o manyetik bağ, evrende her şeyi birbirine yakın ve belli bir düzen içinde tuttuğu gibi, insan ruhu ile içinde bulunduğu an arasında da bir çekim sözkonusuydu.  Yaşamak için içinde bulunduğumuz an’ın da çekim gücüne ve bizi kendi merkezine doğru çekmesine muhtaçtık , bu çekimin koptuğu yerde dağılma ve savrulma başlıyordu. An’ın çekim gücü yeterince olmadığında anılar ve hayaller devreye giriyordu. Ve yazmak işte tam da o dağılma anlarında an’a çekim gücü yükleme çabasından doğuyordu. Şimdiki zamanı sular altında olan Woolf, bilinç akımı tekniğini kullanarak çekiminden hiç kurtulamadığı geçmişi çözümleyerek anlamak ve geleceğe dair evhamlarıyla kurgularında yüzleşmek için iç monologlarda anları ve izlenimleri ön plana çıkararak şimdiki zamanın gücünden yararlanıyordu. Yani , yazar , en az yaşadığı zaman dilimini  yazıyordu ve böylece su üstünde kalıyordu ta ki, yazamama korkusu ve zihnindeki sesler kendi bilincini ele geçirene dek. Geldiği son noktayı Mrs Dalloway’de “ bir tek gün bile yaşamamanın çok tehlikeli olduğunu hissettiğini “ yazarak o yıllardan öngörüyordu.

Virginia da aslında Septimus gibi ölmek istediği için ölümü seçmiyordu. “Hava güneşli ve sıcaktı”. Septimus ölmeden önce pencereden bakarken ve aklının sınırlarının ötesine geçmişken, evleri, ağaçları ve tüm şehri sular altında görüyordu. Anne karnında bir ceninin  gözünden dünyaya bakarmış gibi bir panoramayı anımsatan bu bakış, satırları okurken ölümü tercihinin bir gidiş değil de  bir çekiliş hissi verdiği  duygusunu  hissettirir. Orada insana kendini korunaklı hissettiren o flu görüntü ve su sesi onu dünyadan ayırırken aklının sınırlarının ötesine geçmiş tarafına güven telkin ediyordu. Belki de o anda kendini koruma dürtüsüyle hareket eden bilinçaltı o anda anne karnının güvencesini ona vererek bilincini uyuşturmaktaydı. Aynı şekilde önde gelen Romantiklerden William Wordsworth’ün tabiata dair panteistik yaklaşımından derinden etkilenen Virginia  Woolf,  romandan yıllar sonra ceplerine taşlar doldurarak Ouse Nehri kıyısına geldiğinde de, tabiatın kaynayan yataklarına, rahmine yönelerek muhtemelen  kendini suya aynı hislerle teslim ediyordu.
Dalgalar romanında Woolf,  bu andan sonrasını şöyle özetliyor :
Süpüren ve kayaların en son kıyılarını aklıkla dolduran köpüğüm ben “

Kaç gündür Mrs. Dalloway’i düşünüyorum ve zamanın kırbacı yelkovan, şakırdayarak dönüyor. Zaman zaman yazarın Regent Parkı Metro Durağı’ndan yüzyıllar sonra da orada olacağını vaat ettiği şarkıdan geçiyorum:

ee um fah um so
foo swee too eem to”

“sevgilim bir mayıs günü yanımda yürümüştü, … ve sonra tepeleri ölümün orağı biçti “

Bir şey olmalı diye düşünüyorum. T.S. Eliot öyle demişti East Coker’ın sonunda : “ bitimimdedir benim başlangıcım..” Yazarın bilincindeki akışa kendi bilincimin ceplerinde taşlarla girdiğim bu düşsel yolculuktan, bilinçteki akışı ırmağın akışıyla kesmenin sancısını denediği bu nehirden , bir yaşam kıpırtısıyla çıkmalıydım. O düşünceyle ellerimdeki ıslaklığı ovuştururken Dalgalar romanından kendi sesimin yazarın sesiyle üst üste geldiği bir bölüme rastladım. İlk paragrafı  ödünç alıp kendi adıma okudum:

“Ama, incecik bir düş bu. Kağıttan bir ağaç bu. Her şey daha soluk sanki. Gideceğim şimdi kitaplığa, bir kitap alacağım, okuyacağım, bakacağım; yine okuyacağım, bakacağım. Çiçekler toplayacağım; bir tek demet yapacağım çiçekleri, sımsıkı tutacağım, sunacağım - Ah! Kime?”

Ve sonra elinde çiçeklerle bulvarda yanımdan defalarca geçtiğini düşlediğim Mrs Dalloway’in aynı adlı   kitabını kapatırken yazarın sesini kendi sesimden daha baskın bir şekilde duydum:

“Varlığımın akışını durduran bir şey var; derin bir ırmak bir engeli zorluyor; sarsıyor, çekiyor; merkezdeki bir düğüm direniyor. Ah, üzüntü bu, acı bu. Bayılıyorum, gücüm kesiliyor. Kime vereceğim şimdi, bütün bu benden, benim sıcak, benim her şeyi sızdıran bedenimden dökülenleri? Çiçeklerimi bir araya toplayacağım, sunacağım - Ah! Kime?

Vereceğim, zenginleştireceğim; bu güzelliği yeniden yeryüzüne döndüreceğim. Çiçeklerimi bir tek demette toplayacağım, elimi uzatmış yaklaşarak sunacağım onları - Ah! Kime?”

Bu satırları dinlerken  zamanın kırbacı bir kez daha indi. Ama “Ah!” sesi kırbacın şakırtısından baskındı. Yazarın da istediği buydu.

Hatice Nisan / *Yokuş Yol’a dergisinde yayınlanmıştır

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder