Virginia Woolf’un Mrs.Dalloway romanına dair
ilk yazımı on yıl önce yazmıştım. Yıllar sonra yaptığım bu ikinci ziyaret bana
Onat Kutlar’ın İshak’ın ikinci basımı
için on yedi yıl sonra yazdığı ön sözünü hatırlattı. Okuduğum en güzel eve
dönüş metinlerinden birine şöyle başlar Kutlar:“Yeniden giriyorum yazıya. Ülkeme, çocukluğumun kentine döner gibiyim.
Kâğıtların ak denizine, esinlerle ürperen çayırına harflerin, anlamın derin
vadilerine, kitapların kalabalık sokaklarına. Doyulmaz bir rahatlık, güven.
Kendi dilimi konuşuyorum çünkü. Küçük bir kaygı yok değil. Müsrif oğlunu nasıl
karşılayacak yazının pîri?”[1] Onun kitapların içine doğru
canlanan bu şiirsel yürüyüşü şimdi beni yıllar önce Mrs.Dalloway’i ilk kez kitabın
dışına çıkardığım günlere götürüyor.
“Mrs.Dalloway çiçekleri kendisinin alacağını söyledi.” Romanın ilk cümlesi
böyle başlıyordu. Güzel bir Londra sabahıydı. Hazirandı. Londra’da yürümeyi
kırlarda yürümekten daha çok seviyordu. İngiliz aristokrasisinin yüksek
tabakasından bir kadın olan elli iki yaşındaki Clarissa Dalloway, akşam
vereceği davet için çiçekleri kendisi almak üzere o sabah evden böyle çıkmıştı.
Ben de Ankara’da şehre alışma denemelerimin sıradan bir günündeydim. Güvenpark’ta
çiçekçilerin olduğu köşeye geldiğimde rastladım bu giriş cümlesine. Saksılar ve
çiçek buketlerinin arasında anımsadım onu. Dahası görmeye başladım. Clarissa
Dalloway çiçeklerini aldı. Bu kısmı sevmiş olmalıyım ki parkın etrafında otobüs
ve dolmuşlar arasında zikzak dokuyan insanların arasında romanın diğer
karakteri Septimus Warren Smith’i de görebilmiştim.
Otuzlu yaşlarında savaş sonrası travma ile
boğuşan memur Septimus dalgın bir şekilde kalabalığın içinde yürüyordu. Bu iki
karakter romandaki gibi aynı şehirde yaşıyor, aynı yerlerden geçiyor, aynı
şairden aynı mısraları mırıldanıyor ve benzer sorgulamaları yaşıyorlar ama
birbirleriyle hiç karşılaşmıyorlardı. Bir süre o düşüncenin içinde kaldım. Kendine
böyle bir seyir imkânı bulan düşüncem hareketlenmeye başladı. Gökyüzüne
baktığımda iki karakterin başlarını çevirip aynı anda gördüğü o uçağı
görememiştim ama romanda geçen Regent’s Park ile Güvenpark arasında bir
ortaklık kurmuştum. Regent’s Park metro durağının tam karşısında duran yaşlı
kadının söylediği Allerseelen (Ruhların Günü) şarkısını duyabilmiştim:
“ee um fah um so
foo swee too eem to”
“sevgilim bir mayıs günü yanımda yürümüştü, … ve sonra
tepeleri ölümün orağı biçti “
İstanbul’da geride bıraktıklarımın yabancılığımı
beslediği bu dönemde, çiçekçilerin olduğu köşe bana, derme çatma bir anlam inşasıyla başlayıp daha
doyurucu yapılara doğru yol alacak yeni bir teklif sunmuştu; Uzun süre
kullanılmamış bir evi yavaş yavaş ısıtır gibi, yabancılık çektiğim mekânları
bir şekilde kendime aşina bir hale getirmek. Üniversite öğrencisiydim, edebiyat okuyordum, hayatımı
okuduğum alanın olanaklarına açmaya açıktım. O nedenle teklifi kabul etmem ani ama
yerinde olmuştu.
Sonraki günlerde Kızılay Bulvarı,
Güvenpark, Yüksel Caddesi, Sakarya, kafeler, kitapçılar, üst geçitler gözümde kıpırdanmaya
başladı. Anlam yüklemenin ve bakışı değiştirmenin sunduklarını özel bir gücü keşfeder
gibi deneyimliyordum. İki şehirli olmak fikri bir çeşit iki isimli olmayı andırmaya
başladı ama yine de sınırlar vardı. Peki, vecde gelen mekânlar tüm sınırları aşamaz
mıydı?[2] Aşabilirdi elbette ama iki
şehrin birbiri ile buluşması, birbirine karışması yıllar alacaktı.
Zaman
zaman Clarissa Dalloway ve Septimus’un birbirine değmeden bölüştüğü o aşinalık duygusundan
maddenin kalabalık bir beden olduğunu
düşünerek geçtim.[3]
İç monologlar zamandan mekândan bağımsız bir şekilde akarken, Woolf’un Big Ben’den
saat başı dağılan sesle anları tasnif etmesi zihnimdeki akışa da benzer bir
terbiyeyi öğretti. Big Ben’in bendeki karşılığı, zihnimdeki dağınık, dalgın alandan
çıkıp kendimi düzelterek yetişmem gereken bir yer, bir düşünce, bir zorluk ve
bir telaşa benzedi. Big Ben deyim yerindeyse zihnimde düşüncelerin, kitapların
yardım edebildiği ve edemediği durumların tecrübesine talip olduğum zamanların
akrebiydi. Tüm saat kuleleri, duvar saatleri, masa saatleri, kol saatleri, kapı
ve telefon zilleri, kornalar, sirenler, bağırışlar ve ani sesler birbirlerinin ve
Big Ben’in yansımalarıydı.
Geçen zaman içinde Mrs. Dalloway’in eşliğinde
kurduğum bağlantılardaki değişenler ve değişmeyenler yekûnu kitabın bendeki
yerini değiştirmemişti. Kalıcılığın küçük sırlarına sezgiden başka bir
kavrayışla vakıf değilim ama şimdiki zamanımızı verimli bir çekimle meşgul eden
şeylerin böyle bir güce sahip olduğunu biliyorum.
Ne zaman bulvarda, gerçek ve hayalin
arasından geçtiğini sandığım o kurgusal çizgide, benzer reflekslere sahip
olduğunu hissettiğim iki insan aynı hizaya gelseler ve sonra zıt yönlere doğru
yürüseler, bakışlarımı arta kalan boşluğa çevirip “Bayan Dalloway!” diye
seslenmek gelir içimden. Daha aylak olduğum günlerimde bu seslenme
cömert bir niyete, daha telaşlı günlerimde ise, yumuşak düşler için çok sivri
olduğunu düşündüğüm dünyaya karşı gücenik bir niyete karşılık gelir. Cömert
günlerimde yaşlı kadının Regent’s Park metro durağında söylediği şarkıyı
Woolf’un anlattığı haliyle duyarım. Ona göre yaşı ve cinsiyeti olmayan bu ses
topraktan fışkıran eski bir ırmağın sesidir, bu eski şarkı sonsuz çağların düğümlü
köklerine, iskeletlerine, hazinelerine sızıyordur ve o şarkıyı söyleyen ihtiyar
on milyon yıl sonra da orada olacaktır. Gücenik günlerimde ise, Septimus’un
intihar haberini çiçekleri kendisinin aldığı o davet akşamında duyan ve hiç
tanımadığı bu gencin ölümüyle sarsılan Clarissa Dalloway gibi, ölümüyle bizleri
düşündüren tanımadığımız insanların ne kadar çok olduğunu düşünürüm. Böyle
günlerde daha çok ağıttır Allerseelen ve hikâyelerin doğduğu ve döküldüğü büyük
kaynağın sayısız isimlerinden sadece biridir.
Bulvarı bu şarkı ile seyrettiğimde,
orakların ve çimenlerin var olduğu insanlık çayırı ile karşıdan karşıya geçen
insan selini birbirine karışmış görürüm. Orada insanların arasındaki boşluklardan geçtiğini umduğum
müphem bir yüzü hissederim. Bu bazen Yaratıcı’nın görme kudretine atfettiğim
bir boşluğa, bazen kaynağını bilmediğim
bir hatırlanmaya, bazen kendi yüzümün bir başka yaştan bana bakışına, bazen
sevdiğim bir yüze, karşılaştığım halde haberdar olmadığım ya da karşılaşacağımı
henüz bilmediğim bir bakışa karşılık gelir. Bitmek bilmeyen bir izleme ve
izlenmeye dönüşür yaşam. Bunları anlama aktarırken hünerlerini öğreniriz. Henri Lefebvre’ye göre bunu yaparken insan türü olarak
kendi devinimlerimize karşılık gelen devinimleri evrenden çekip çıkarırız. Bizler
kavradıklarımızla yeryüzünün ölçeğine geri dönmeyip ya onu aşarız ya da
başkalaştırırız. [4]Mekânın Poetikası kitabında Gaston
Bachelard, insanın düşsel deneyimler yaşarken, dünyanın daha önce bize görünen
halinden başka bir yere taşındığından bahseder.
Evrenden kendimizi türlü anlamlarla çekip çıkarırken bir çeşit varlık
genleşmesi yaşarız. Leonardo da Vinci'nin, doğa karşısında esin
bulmakta zorlanan ressamlara, eski bir duvarın çatlaklarına dalıp düş kurmayı
öğütlediği ne de çok anlatılmıştır, der Bachelard Köşeler bölümünde.[5]
Çatlamış bir duvarın dünyasından oturacak bir yer çıkarmak, okurluğun türlü
deneyimlere açık evrenini de açıklıyor aslında. Ben de birçok okurun kendi içsel uçsuz
bucaksızlığında tecrübe etmiş olduğu gibi okuma ve mekân ilişkisinden kendime
ait bir dekorun varlığını onaylayarak geçiyorum.
Bir süredir
Ankara içimde anlamların insanlara, olaylara, mekânlara ulanmasıyla çoğalmış
bir şehir. Yeri geliyor Mrs. Dalloway gibi caddeleri kırlara tercih ettiğim
günlere uyanıyorum. Tez canlılıkla başlayan bazı şeylerin dinginliğe
dönüşmesini izlemenin tuhaf ama güzel bir seyri var. Bugün içimize
sığmayanların yarın kendi yerini bulabileceğinin işareti var. İnsanın evrenden
kendini çekip çıkarması fikrine çeviriyorum yazının yüzünü yeniden.
Mekânlarla
kitaplar arasında kurulan bağların dile getirilmesi gezginlere mahsus bir
hareketlilik kazanır. Bu bağlar dile getirildiğinde adeta meşhur yedi- mil
çizmelerini giyer. Giyenin kısa sürede uzun mesafeler kat etmesini sağlayan bu
sihirli çizmelerle sözler doğudan batıya doğru güneşin batışına
yetişir ve diğerlerini de haberdar eder.[6] Belki siz de bir
çiçekçinin önünden geçerken Allerseen’i duyar ve Virginia Woolf’un çiçekleri
Bayan Dalloway’e aldırmasının, kendi zamanından okurun zamanına doğru, kulak
verenler için ne güçlü bir sesleniş olduğunu düşünürsünüz.
“Varlığımın akışını durduran bir şey var; derin bir ırmak bir engeli
zorluyor; sarsıyor, çekiyor; merkezdeki bir düğüm direniyor. Ah, üzüntü bu, acı
bu. Bayılıyorum, gücüm kesiliyor. Kime vereceğim şimdi, bütün bu benden, benim
sıcak, benim her şeyi sızdıran bedenimden dökülenleri? Çiçeklerimi bir araya toplayacağım,
sunacağım. -Ah! Kime?
Vereceğim, zenginleştireceğim; bu güzelliği yeniden yeryüzüne döndüreceğim.
Çiçeklerimi bir tek demette toplayacağım, elimi uzatmış yaklaşarak sunacağım
onları - Ah! Kime?”[7]
[1]
Onat Kutlar, İshak, YKY, Şubat 2018
[2] L. Milosz, L’amoureuse
Initiontion, s:55 “ Vecde gelinen bu mekân
tüm sınırları aşar”
[3]
Henri Lefebvre, Ritimanaliz, s:70, Sel
Yayıncılık, Şubat 2018
[4]
Henri Lefebvre, Ritimanaliz, s:110, Sel
Yayıncılık, Şubat 2018
[5]
Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, s:180,224, İthaki Yayınları, 2013
[6]
Adelbert von Chamisso, Peter Schlemihl’in Garip Hikâyesi, s: 78,79, Aylak Adam
Yayınları, Şubat 2014
*Alman edebiyatında geçen sihirli çizmeler.
[7]
Virginia Woolf’un Dalgalar adlı
romanından alıntıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder