4 Şubat 2025 Salı

Mrs. Dalloway Üzerine: Kendime Ait Bir Dekor Ve Güneşin Batışına Yetişen Sözler





Virginia Woolf’un Mrs.Dalloway romanına  dair ilk yazımı on yıl önce yazmıştım. Yıllar sonra yaptığım bu ikinci ziyaret bana Onat Kutlar’ın İshak’ın ikinci basımı için on yedi yıl sonra yazdığı ön sözünü hatırlattı. Okuduğum en güzel eve dönüş metinlerinden birine şöyle başlar Kutlar:“Yeniden giriyorum yazıya. Ülkeme, çocukluğumun kentine döner gibiyim. Kâğıtların ak denizine, esinlerle ürperen çayırına harflerin, anlamın derin vadilerine, kitapların kalabalık sokaklarına. Doyulmaz bir rahatlık, güven. Kendi dilimi konuşuyorum çünkü. Küçük bir kaygı yok değil. Müsrif oğlunu nasıl karşılayacak yazının pîri?[1] Onun kitapların içine doğru canlanan bu şiirsel yürüyüşü şimdi beni yıllar önce Mrs.Dalloway’i ilk kez kitabın  dışına çıkardığım günlere götürüyor.

 

“Mrs.Dalloway çiçekleri kendisinin alacağını söyledi.” Romanın ilk cümlesi böyle başlıyordu. Güzel bir Londra sabahıydı. Hazirandı. Londra’da yürümeyi kırlarda yürümekten daha çok seviyordu. İngiliz aristokrasisinin yüksek tabakasından bir kadın olan elli iki yaşındaki Clarissa Dalloway, akşam vereceği davet için çiçekleri kendisi almak üzere o sabah evden böyle çıkmıştı. Ben de Ankara’da şehre alışma denemelerimin sıradan bir günündeydim. Güvenpark’ta çiçekçilerin olduğu köşeye geldiğimde rastladım bu giriş cümlesine. Saksılar ve çiçek buketlerinin arasında anımsadım onu. Dahası görmeye başladım. Clarissa Dalloway çiçeklerini aldı. Bu kısmı sevmiş olmalıyım ki parkın etrafında otobüs ve dolmuşlar arasında zikzak dokuyan insanların arasında romanın diğer karakteri Septimus Warren Smith’i de görebilmiştim.

 

Otuzlu yaşlarında savaş sonrası travma ile boğuşan memur Septimus dalgın bir şekilde kalabalığın içinde yürüyordu. Bu iki karakter romandaki gibi aynı şehirde yaşıyor, aynı yerlerden geçiyor, aynı şairden aynı mısraları mırıldanıyor ve benzer sorgulamaları yaşıyorlar ama birbirleriyle hiç karşılaşmıyorlardı. Bir süre o düşüncenin içinde kaldım. Kendine böyle bir seyir imkânı bulan düşüncem hareketlenmeye başladı. Gökyüzüne baktığımda iki karakterin başlarını çevirip aynı anda gördüğü o uçağı görememiştim ama romanda geçen Regent’s Park ile Güvenpark arasında bir ortaklık kurmuştum. Regent’s Park metro durağının tam karşısında duran yaşlı kadının söylediği Allerseelen (Ruhların Günü) şarkısını duyabilmiştim:

 

ee um fah um so

foo swee too eem to”

 

“sevgilim bir mayıs günü yanımda yürümüştü, … ve sonra tepeleri ölümün orağı biçti “

 

İstanbul’da geride bıraktıklarımın yabancılığımı beslediği bu dönemde, çiçekçilerin olduğu köşe bana,  derme çatma bir anlam inşasıyla başlayıp daha doyurucu yapılara doğru yol alacak yeni bir teklif sunmuştu; Uzun süre kullanılmamış bir evi yavaş yavaş ısıtır gibi, yabancılık çektiğim mekânları bir şekilde kendime aşina bir hale getirmek.  Üniversite öğrencisiydim, edebiyat okuyordum, hayatımı okuduğum alanın olanaklarına açmaya açıktım. O nedenle teklifi kabul etmem ani ama yerinde olmuştu. 

 

Sonraki günlerde Kızılay Bulvarı, Güvenpark, Yüksel Caddesi, Sakarya,  kafeler, kitapçılar, üst geçitler gözümde kıpırdanmaya başladı. Anlam yüklemenin ve bakışı değiştirmenin sunduklarını özel bir gücü keşfeder gibi deneyimliyordum. İki şehirli olmak fikri bir çeşit iki isimli olmayı andırmaya başladı ama yine de sınırlar vardı. Peki, vecde gelen mekânlar tüm sınırları aşamaz mıydı?[2] Aşabilirdi elbette ama iki şehrin birbiri ile buluşması, birbirine karışması yıllar alacaktı.

 

 Zaman zaman Clarissa Dalloway ve Septimus’un birbirine değmeden bölüştüğü o aşinalık duygusundan maddenin kalabalık bir beden olduğunu düşünerek geçtim.[3] İç monologlar zamandan mekândan bağımsız bir şekilde akarken, Woolf’un Big Ben’den saat başı dağılan sesle anları tasnif etmesi zihnimdeki akışa da benzer bir terbiyeyi öğretti. Big Ben’in bendeki karşılığı, zihnimdeki dağınık, dalgın alandan çıkıp kendimi düzelterek yetişmem gereken bir yer, bir düşünce, bir zorluk ve bir telaşa benzedi. Big Ben deyim yerindeyse zihnimde düşüncelerin, kitapların yardım edebildiği ve edemediği durumların tecrübesine talip olduğum zamanların akrebiydi. Tüm saat kuleleri, duvar saatleri, masa saatleri, kol saatleri, kapı ve telefon zilleri, kornalar, sirenler, bağırışlar ve ani sesler birbirlerinin ve Big Ben’in yansımalarıydı.

 

Geçen zaman içinde Mrs. Dalloway’in eşliğinde kurduğum bağlantılardaki değişenler ve değişmeyenler yekûnu kitabın bendeki yerini değiştirmemişti. Kalıcılığın küçük sırlarına sezgiden başka bir kavrayışla vakıf değilim ama şimdiki zamanımızı verimli bir çekimle meşgul eden şeylerin böyle bir güce sahip olduğunu biliyorum.

 

Ne zaman bulvarda, gerçek ve hayalin arasından geçtiğini sandığım o kurgusal çizgide, benzer reflekslere sahip olduğunu hissettiğim iki insan aynı hizaya gelseler ve sonra zıt yönlere doğru yürüseler, bakışlarımı arta kalan boşluğa çevirip “Bayan Dalloway!” diye seslenmek  gelir içimden. Daha aylak olduğum günlerimde bu seslenme cömert bir niyete, daha telaşlı günlerimde ise, yumuşak düşler için çok sivri olduğunu düşündüğüm dünyaya karşı gücenik bir niyete karşılık gelir. Cömert günlerimde yaşlı kadının Regent’s Park metro durağında söylediği şarkıyı Woolf’un anlattığı haliyle duyarım. Ona göre yaşı ve cinsiyeti olmayan bu ses topraktan fışkıran eski bir ırmağın sesidir, bu eski şarkı sonsuz çağların düğümlü köklerine, iskeletlerine, hazinelerine sızıyordur ve o şarkıyı söyleyen ihtiyar on milyon yıl sonra da orada olacaktır. Gücenik günlerimde ise, Septimus’un intihar haberini çiçekleri kendisinin aldığı o davet akşamında duyan ve hiç tanımadığı bu gencin ölümüyle sarsılan Clarissa Dalloway gibi, ölümüyle bizleri düşündüren tanımadığımız insanların ne kadar çok olduğunu düşünürüm. Böyle günlerde daha çok ağıttır Allerseelen ve hikâyelerin doğduğu ve döküldüğü büyük kaynağın sayısız isimlerinden sadece biridir.



 

Bulvarı bu şarkı ile seyrettiğimde, orakların ve çimenlerin var olduğu insanlık çayırı ile karşıdan karşıya geçen insan selini birbirine karışmış görürüm. Orada insanların arasındaki boşluklardan geçtiğini umduğum müphem bir yüzü hissederim. Bu bazen Yaratıcı’nın görme kudretine atfettiğim bir boşluğa,  bazen kaynağını bilmediğim bir hatırlanmaya, bazen kendi yüzümün bir başka yaştan bana bakışına, bazen sevdiğim bir yüze, karşılaştığım halde haberdar olmadığım ya da karşılaşacağımı henüz bilmediğim bir bakışa karşılık gelir. Bitmek bilmeyen bir izleme ve izlenmeye dönüşür yaşam. Bunları anlama aktarırken hünerlerini öğreniriz. Henri Lefebvre’ye göre bunu yaparken insan türü olarak kendi devinimlerimize karşılık gelen devinimleri evrenden çekip çıkarırız. Bizler kavradıklarımızla yeryüzünün ölçeğine geri dönmeyip ya onu aşarız ya da başkalaştırırız. [4]Mekânın Poetikası kitabında Gaston Bachelard, insanın düşsel deneyimler yaşarken, dünyanın daha önce bize görünen halinden başka bir yere taşındığından bahseder.  Evrenden kendimizi türlü anlamlarla çekip çıkarırken bir çeşit varlık genleşmesi yaşarız. Leonardo da Vinci'nin, doğa karşısında esin bulmakta zorlanan ressamlara, eski bir duvarın çatlaklarına dalıp düş kurmayı öğütlediği ne de çok anlatılmıştır, der Bachelard Köşeler bölümünde.[5] Çatlamış bir duvarın dünyasından oturacak bir yer çıkarmak, okurluğun türlü deneyimlere açık evrenini de açıklıyor aslında. Ben de birçok okurun kendi içsel uçsuz bucaksızlığında tecrübe etmiş olduğu gibi okuma ve mekân ilişkisinden kendime ait bir dekorun varlığını onaylayarak geçiyorum.





 

 

Bir süredir Ankara içimde anlamların insanlara, olaylara, mekânlara ulanmasıyla çoğalmış bir şehir. Yeri geliyor Mrs. Dalloway gibi caddeleri kırlara tercih ettiğim günlere uyanıyorum. Tez canlılıkla başlayan bazı şeylerin dinginliğe dönüşmesini izlemenin tuhaf ama güzel bir seyri var. Bugün içimize sığmayanların yarın kendi yerini bulabileceğinin işareti var. İnsanın evrenden kendini çekip çıkarması fikrine çeviriyorum yazının yüzünü yeniden.

 

Mekânlarla kitaplar arasında kurulan bağların dile getirilmesi gezginlere mahsus bir hareketlilik kazanır. Bu bağlar dile getirildiğinde adeta meşhur yedi- mil çizmelerini giyer. Giyenin kısa sürede uzun mesafeler kat etmesini sağlayan bu sihirli çizmelerle sözler doğudan batıya doğru güneşin batışına yetişir ve diğerlerini de haberdar eder.[6] Belki siz de bir çiçekçinin önünden geçerken Allerseen’i duyar ve Virginia Woolf’un çiçekleri Bayan Dalloway’e aldırmasının, kendi zamanından okurun zamanına doğru, kulak verenler için ne güçlü bir sesleniş olduğunu düşünürsünüz.

 

 

 

“Varlığımın akışını durduran bir şey var; derin bir ırmak bir engeli zorluyor; sarsıyor, çekiyor; merkezdeki bir düğüm direniyor. Ah, üzüntü bu, acı bu. Bayılıyorum, gücüm kesiliyor. Kime vereceğim şimdi, bütün bu benden, benim sıcak, benim her şeyi sızdıran bedenimden dökülenleri? Çiçeklerimi bir araya toplayacağım, sunacağım. -Ah! Kime?

Vereceğim, zenginleştireceğim; bu güzelliği yeniden yeryüzüne döndüreceğim. Çiçeklerimi bir tek demette toplayacağım, elimi uzatmış yaklaşarak sunacağım onları - Ah! Kime?”[7]

 

 * Bu yazı Daima Edebiyat dergisinde yer almıştır.

 



[1] Onat Kutlar, İshak, YKY, Şubat 2018

[2] L. Milosz, L’amoureuse Initiontion, s:55  “ Vecde gelinen bu mekân tüm sınırları aşar”

[3] Henri Lefebvre, Ritimanaliz, s:70, Sel Yayıncılık, Şubat 2018

[4] Henri Lefebvre, Ritimanaliz, s:110, Sel Yayıncılık, Şubat 2018

[5]  Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, s:180,224,  İthaki Yayınları, 2013

[6] Adelbert von Chamisso, Peter Schlemihl’in Garip Hikâyesi, s: 78,79, Aylak Adam Yayınları, Şubat 2014

*Alman edebiyatında geçen sihirli çizmeler.

[7] Virginia Woolf’un  Dalgalar adlı romanından alıntıdır.

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder