26 Şubat 2025 Çarşamba

Milorad Paviç ve Korku Atlası


 

                                                            “Korkunun birçok gözü vardır

                                                                       Ve yeraltındaki şeyleri görebilir” ( Miguel de Cervantes, Don Kişot)

 

Zygmunt Baumann  Akışkan Korku kitabında  korkunun  en fazla;  yaygın, dağınık, belirsiz, bağlantısız, gayrı sabit, gezici olduğunda, açık bir adresi ya da nedeni olmadığında, bize görünmeyen bir nedenle musallat olduğunda, korkmamız gereken tehdit her yerde belirip hiçbir yerde görünmediğinde korkunç olduğunu söyler. Bu nedenle korku” belirsizliğimize, tehdide ve -bunu  durdurmak için  ne yapılıp ne yapılamayacağına dair-  bilgisizliğimize verdiğimiz addır.[1] Anne Dufourmantalle ise Riske Övgü kitabında, korkuların çocukluğumuzda başlayan bir dava ve dehşetlerimizin icat edildiği yer olduğunu söylerken, korkularımızın müstakbel hayretimizin yüzü ve her yaratımımızın başlangıcı olduğunun altını çizer.[2]

Belirsizliğin  bize akran olduğu çocukluk çağında edindiğimiz korkuları - ilerleyen yıllarda  bilgi ve kesinliğe uzanan deneyimler elde etsek de - sendeleme anlarında,  gezdirdiğimiz çocukluk eşyaları gibi ceplerimizden dökülür. Zaten büyümek tek başına bize yetmemektedir, biliriz ki korku da içimizde kendi yaşamını sürdürüp büyümektedir ve çoğu zaman bizden birkaç beden büyüktür. Onu çoğu zaman ölümlüğümüzün ve kırılganlığımızın bilgisini kemirirken görürüz. Kötülük düşüncesi, bize dokunacak muhtemel zararların kuşkusu ve bizim bunlara karşı göstereceğimiz direncin güvenilmezliği, içimizdeki boşluklarda çoğalır.

Bu çoğalma tahammül eşiğimizi zorladığında,  ya düşünce ve eylemlerle uzaklaşmayı seçerek kendimize zaman tanımak isteriz ya da dikkatimizi korkuya çevirip, onun  dolaşım halindeki varlığını, ruhumuzda ve bedenimizde rağbet ettiği şeyi  görmeye  çalışırız.  Walter Benjamin,Theodor  Adorno’ya yazdığı bir mektupta, Fransız filozof Nicolas Malebranche’a  ait bir ifade olan “ ruhun doğal duası olarak dikkatlilik”ten bahseder.[3] Dikkatle gelen farketmenin kurtarıcı tarafları vardır: Ayırt edici taraflarımızı uyandırarak bizi bir çeşit çürümeden korur.  Temennimiz,   dikkatin duasını ederek bu kasvetli önseziyi günlük gerçeklik haline sokan endişeye cevap vermektir.[4]

Bu cevap verme yollarından birisi de, edebiyattır. Böyle zamanlarda, ben edebiyatı felakete maruz kalmış bir ruh için emniyeti ve diğerlerini aradığı toplanma alanı olarak görüyorum.  Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası kitabında  düşleyenin yakınındaki nesneden kaçıp başka bir yerin mekânında bulunduğunu söyler. Bu alana geldiğimizde artık başka bir yerde, başka bir yerin mekânındayızdır.[5]  Ve bu mekânın bir özelliği vardır, buradaki görüntüyü belirleyen duygu, düşünce  ne olursa olsun, poetik olarak ifade edilince  yumuşar ve hafifler: karanlık tonlara ayrılıyordur, kış gerçekte olduğundan daha az çetindir, ıssız bir ev daha az yalnızlık hissi verir, kanayan bir diz daha az kan kaybetmektedir.  Bu mekânda insanın poetik yazgısı Baudelaire’in dediği gibi, içindeki uçsuz bucaksızlığa ayna olmaksa, bu toplanma alanı bizden öncekilerin, ya da çağdaşlarımızın panik içindeyken koştuğu, soluklandığı, anlattıklarını kayda geçirerek ölümün ve unutmanın keskinliğini azalttıkları, ölçekleri gizemini koruyan bir ikinci dünyadır. 


Buraya gelenlerin zanaatı bellidir. Korkudan kaçmakla onu göğüslemek arasına siperler oluşturan kullanışlı tanım elbiseleri dikmek. Tanımlayamadığımız şeyler bize gücümüzü aştıkları hissi verir. İyi ya da kötü hepsindeki kudret bizi rahatsız ederken kendisine doğru çeker. Tanımlarken adeta o müphem kudreti bir giyinme odasına çağırır ve onu ehlileştirmek için ona türlü biçimler teklif ederiz. Bu gerçekleşmeye başladığında tanımın bol gelmesi, sıkması, düşündüğümüzden güzel olması ya da daha fazla provayla güzelleşebileceği düşünceleri arasında zanaatımız gelişir. Korku ile edebiyata sığınanlar, hacmini kestiremedikleri karanlığı kendi atölyelerinde biçimlere sokmayı denerler. Bazen gözlerini bile açmaya çekindikleri ânları bu çeşit bir teşebbüs ile bir defilede seyretmek ve seyrettirmek isterler. Dilekleri odur ki, diğer katılımcı ve izleyicilerle, benzerlikleri, zıtlıkları, alternatifleri görmenin paydaşlığı, belirsizliğin çıplak omuzlarını ürpertiden korumuş olsun.

Bu alanda en iyi zanaatkârlardan birisi olan Sırp asıllı yazar Milorad Paviç, Thanassis Lallas ile yaptığı (benim de Lallas ile yaptığım bir yazışma sonrasında bir edebiyat dergisi için çevirdiğim) röportajda, Balkan edebiyatına kattığı sıra dışı biçim denemelerinin, gerçekle fantezi arasında ustalıkla eriyen dilinin arka bahçesini aralar. Onu kendi en iyisine yaklaştıran şeyin korkularına yaklaşmak ve onun yönlendirdiği taşkınlıktan geçmek olduğunu ifade eder, gerçeğe edebiyat üzerinden meydan okurken keşfedilmemiş bir diyarda sınırı aştığını hisseder. İç topraklarını bu meydan okumanın ardına kattığı söz orduları ile genişletir. Çünkü “Bir hakikati ortaya çıkarmak istediğinde onu kişiye ancak düşmanı gösterebilir.” [6]

Anne Dufourmantalle’in bahsettiği müstakbel hayretimizin yüzü ve her yaratımımızın başlangıcı olan korku ilk kez Paviç’i çocukluğunun geçtiği evde yakalar. “ Yaratım ve korku arasındaki bağlantıyı şu cümlelerle özetler Paviç: “ Çocukken gece yarısı evin boş olmasından korkardım. Büyüdüğüm evin - size dün gösterdim, arka bahçesinden korkardım, özellikle de ışıklar kapanınca. Belki bu, romanlarımı niçin bir ev yapar gibi inşa etmeye çalıştığımı açıklar. Belki sürekli var olan ve üstesinden gelmeye çalıştığım, bu boş ev korkusu yüzünden romanlarımı bir ev gibi inşa etmeye çalıştım. Rüzgârın Tersi romanımın iki girişi ve bir iç bahçesi var mesela. Hazar sözlüğü, insanları birçok giriş ve çıkışıyla şok eden devasa bir ev. Her yerde kapılar var. Eve girişleriniz veya evden çıkışlarınız arzularınıza bağlıdır.”[7]

Paviç’in soy ağacına bakarsak, ilk Paviç, 18.yüzyılda şiirlerini yayınlamış ve o zamandan bu yana, her kuşakta en az bir yazar, şair bulunmuş ve çoğunun eserleri Avrupa’nın seçkin kütüphanelerinde yerini almıştır. Çocuk Milorad Paviç, Belgrad’da amcası şair Nikola Paviç’in şiirleri, sözlü Sırp edebiyatı, kilise vaazları, Bizans kültür ve geleneği ile beslenerek büyümüştür. Edebiyat tarihçisi olarak üniversitede dersler vermiş, çeviriler yapmış, şiir, eleştiri ve romanlar yazmış, yazdıkları otuzdan fazla dile çevrilmiş, Nobel’e aday gösterilmiştir. “Milorad” Sırpçada “sevilen” anlamına gelse de (kendi ifadesiyle) en az sevilen milletin en çok bilinen  yazarı olma noktasına, ülkesinde gördüğü siyasi baskılar nedeniyle oldukça geç erişmiştir. Eserlerinin yayınlanmadığı dönemde de acılaşmaktan yazmakla korunduğunu anlatır aynı röportajda.




Yıllar kendisine farklı alanlarda çokça değişim ve unvan getirse de kendi ifadesi ile tüm bu süreçte korkusu hiç yaşlanmamıştır. Ruhun duası dikkatlilik, bu ifadesinde de kendine anlamlı bir karşılık bulur. Burada Paviç’in gözlemciliğinin ayırt edici yanı, gözlemlemeye önce kendi görme biçimlerinden başlamış olmasıdır. Kendi görme biçimlerini analiz eden, şeyleri algılarken ne zaman teleskop, ne zaman ayna, ne zaman hile, ne zaman dürbün kullandığını bilir. Bu hâkimiyet önce anlatma korkusunu yener. Kendini bilme dürüstlüğü anlatma dürüstlüğü getirir. Korkunun karşısına çoğu zaman cesareti koyarız. Bu kavrama biraz daha yakından bakarsak , içinde basiretin olmadığı cesaretin ancak irtifa kaybına neden olabileceğini görebiliriz. Paviç, yazma cesaretini gözlemle ve kavrayışla  gelen basiretinden almıştır.

 

Ondaki edebi deha korku ile birleşince onu edebi hiper metin  tezgâhında harikalar yaratan bir zanaatkâr haline getirmiştir. Okur tüm metinlerde önemli bir figürdür, metni açar, bağlantıları kovalar, arzularının peşine düşer, okuma zevkine göre tercihler yapar, bulmacaları çözer, eserlerin iki yakasını bir araya getirirken kendi kaderinden pay alır.  Bilgisayar ekranlarında ya da elektronik cihazlarda farklı içerikler sunan gelişmiş özelliklere sahip hiper metin belgeler gibi,  eserlerine geçiş noktaları, giriş çıkışlar, işaretler koymuş,  bölümler arasında alternatifli ve özgün bağlantılar kurarak okuru da metni de belli bir tahakkümden kurtarmak istemiştir.

Kendisi de bir üstkurmaca yazarı olan Robert Coover,  21 Temmuz 1992’de, The New York Times için yazdığı “Kitapların Sonu” adlı makalesinde Paviç’in  21.Yüzyılda, teknoloji çağının heyecanlı eşiğinde, romanda özgün formun babası Cervantes’i  yeniden kucakladığını, yüzyılın ve geleceğin okurlarının okuma biçimlerine  öncülük yaptığını vurgulayarak ona hakkını teslim eder. [8] Borges ve Cortázar ile birlikte Paviç, doğrusal olmayan anlatılarda büyük bir deneycidir ve tarihî olaylar, efsanevi hikâyeler, benzetmeler, anekdotlar ve tuhaf Balkan büyüsüyle dolu yoğun düzyazı labirentleri yaratmıştır. [9]

Paul Valery’nin,  inşa eden önce kendisini inşa eder sözü, Paviç’in çocukluk evinde yaptığı restorasyonu, ek yapıları, peyzaj çalışmaları ile birlikte düşünüldüğünde, insanın kendine özgü gerçeğinin bu ikinci dünyada yansırken  ne kadar çeşitli, renkli ve dönüştürücü olduğunu gözler önüne sermektedir:

“Zamirler Tanrı, eylemler insan içindir.[10] O, edebiyat eylemi içinde Hazarların din değiştirme konusunu üç semavi dinin bakış açısıyla ele aldığı, 100.000 kelimelik sözlük romanı Hazar Sözlüğü’nü yazdı.  Çayla Boyalı Tablo romanında şifreli bir bulmaca- roman yazarak, okuru soldan sağa ve yukarıdan aşağıya okumaya yönlendirip,  kitabın kahramanıyla aşk yaşayabileceği sıra dışı bir okuma serüvenine çağırdı.  Bir delta roman olan Eşsiz Parça- Mavi Kitap’ta 100 alternatif son ile aşkın ve suçun yüz ayrı halini tecrübe etmeyi mümkün hale getirdi. İstanbul’da Son Aşk romanında tarot kartlarıyla ilerleyen bir tarot roman, Rüzgârın Tersi ile birbirlerinin hikâyesini baş aşağı yakalayan karakterlerin bağlantılarının kurulduğu bir kum saati romanı yazdı. İkinci Beden’de iki ayrı yüzyılda yaşayan iki çiftin ikinci bedenlerini arayışlarının izini sürerken Sonsuza Kadar ve Bir Gün adlı menü şeklinde tasarlanan oyununda üç başlangıç ​, üç bitiş, tatlılar ve ana yemeğin olduğubir oyun yazdı.  Birbirleriyle alternatifli birleşebilen tüm bölümlerin kaderini okur, seyirci, tiyatro topluluğu ve yönetmene bıraktı. Rus Tazısı’nda romanda yaptığı biçim ve anlatım oyunlarını yoğunlaştırılmış halde öykülerinde sergiledi. Birbiri ile gizli ilişki içinde olan iki öyküsünü de okurun araştırma yetisine bıraktı. Bu öykülerde birinde sorulan soruyu diğerinde cevapladı bu bu cevap on yedinci öykü olarak kitabın mutlu kâşifine armağanı oldu.  Ebedi mavi boyanın arandığı Bizans Mavisi, Dragan Marinković’in yapımcılığını 1993’te üstlendiği bir filme dönüştü. Tüm bunların yanısıra Agatha’nın Mektupları, Cam Salyangoz, Şam gibi interaktif çalışmalar yaptı. Palimpsestler[11] ve Ay Taşı adındaki şiir kitaplarıyla atalarından gelen şiir damarını da dolaşıma katmayı ihmal etmedi.

 

Carl Gustav Jung‘un kendisi  için söylediklerini Paviç için de düşünürsek, Paviç’in yaşamı bir anlamda yazdıklarının özünü oluşturuyordu. Kişiliği ve yazma biçimi bir bütündü. Kişiliği, yazdığı her şey, içsel bir zorunluluğun sonucuydu. Kaynakları kaderinde olan bir zorlama. Yazdıkları ona içinden saldıran şeylerdi. Onu harekete geçiren ruhun konuşmasına izin verdi. [12]

“Eğer algının kapıları temizlenseydi her şey insana olduğu gibi görünürdü, sonsuz” diyordu Blake. Paviç, bir çocuğun gecenin karanlığında bir evin kapısını aralamasıyla bir yetişkinin algının kapılarını temizlemesi arasındaki korkunç benzerliği yan yana gördü. Böylece, korkuları eliyle ardına kadar araladığı kapıdan her şeyi sonsuzun dilinden, aslına ne kadar sadık kaldığını tam olarak bilmeden,  edebiyat için tercüme etti. 

Ve nihayetinde  30 Kasım 2009’da dünyaya veda ettiğinde, eşi Jasmina Mihajloviç, onun tüm solucan deliklerinden geçerek anlatmaktan geri durmadığı zamanı nereden yakaladığını, ölüm ilanında yine onun  şiirinden alınan bir son söz ile duyurdu:

       “Milorad Paviç,  ‘Ânı, ruh ve beden eşit olduğunda yakaladı.’”

 

 * Bu yazı Independent  Türkçe sayfasında yayımlanmıştır.

https://www.indyturk.com/node/575696/t%C3%BCrki%CC%87yeden-sesler/milorad-pavi%C3%A7-ve-korku-atlas%C4%B1

NOTLAR



[1] Zygmund Bauman, Akışkan Korku, s: 8 Ayrıntı Yayınları, 2020

[2] Anne Dufourmantelle, Riske Övgü, s.67, Kolektif Kitap, 2019

[3] James Wood, Hayatın En Yakın Benzeri, s:68, Can Yayınları, 2018

[4] Zygmund Bauman, Akışkan Korku, s: 162, Ayrıntı Yayınları, 2020

[5] Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, s:223, İthaki Yayınları, 2013

[6] Milorad Paviç, Eşsiz Parça- Mavi Kitap, s:83, Ketebe Yayınları, 2021

[7] Yokuş Yol’a Kültür Edebiyat Düşünce Dergisi, s: 32, Ekim 2015

[8] Robert Coover, ” End Of The Books”,  The New York Times, 1992. Erişim: https://archive.nytimes.com/www.nytimes.com/books/98/09/27/specials/coover-end.html

[9] Erişim: https://www.khazars.com/index.php/en/catalog/i-grupa/landscape-painted-with-tea.html

[10] Milorad Paviç, Hazar Sözlüğü, s:102, Kırmızı Yayınları, 2011

[11] Eski zamanda üzerindeki yazı silinerek yeniden başka yazı yazılmış parşömene verilen isim. 

[12] Carl Gustav Jung, Dört Arketip, s:7, Metis Yayınları, 2020

4 Şubat 2025 Salı

Şiir Bana Ne yaptı?: Dağların Ardı, Kapıların Arkası

 





“Şairin toprağı, insanlar, sıradan bitkiler, hayvanlar, dur durak bilmeyen gökyüzleri, çığırından çıkmış güneşler,

sevgilinin yüzü, demirin, tiftiğin işlenişi, yüreğin derin ırmağı, bir yaprağın hayatı, denizler, Süleyman'ın ezgileri,

Muhammed'in çocukluğu, kuş sürüleri, gettonun göbeği olan Delancy, labirentler, kargaşa, emeğin ve cinselliğin

tarihi ve yosunlar ve akşamüstleri ve ormanlar ve Homeros ve terör ve günbatımları ve ölümün ve karasevdanın

yatağıdır.”

İlhan Berk




Ingeborg Bachmann, Frankfurt Dersleri’nde  “Yazan Ben” bölümünde, İtalyan yazar

Svevo’nun Zeno’nun Bilinci romanından bir alıntı yapar:

“Geçmiş her zaman yenidir. Hayat ilerledikçe o da sürekli değişir. Geçmişe gömülmüşe

benzeyen parçaları yeniden ortaya çıkarlar, bazıları da gömülür giderler, çünkü ötekiler

kadar önemli değildirler. İçinde bulunduğumuz zaman, bir orkestrayı yönetir gibi yönetir

geçmişi. Tam da bu notalara ihtiyaç vardır, başkalarına değil. Böylece geçmiş kâh uzun, kâh

kısa görünür. Kâh yükselir sesi, kâh alçalır. İçinde bulunduğumuz zamanda, geçmişin ancak

şimdiyi aydınlatmak ya da karartmakla görevli kısmı etkili olur.”


Bu alıntı bu sabah beni dört, beş yaşlarıma götürdü. Bir metni okurken onunla bir yere

gitmenin tadını bilirsiniz. Metin sessizce size eşlik eder, sizde neleri uyandırdığını iç sesinizin

hizasına eğilerek dinler ve bundaki payını size ait bir keşif gibi hissettirmek için elinden

geleni yapar. Bende tam olarak böyle oldu. Metnin aydınlattığı yerde ben ve annem nehrin

yukarısına doğru uzanan bir yokuşu çıkıyorduk.


İkindi vaktiydi, hava berraktı. Durduk. Neden durduğumuzu hatırlamıyorum. Belki yorulduk.

Karşımızda bir dağ yükseliyordu. Annem dağa bakıyordu. Ben de bakıyordum. Annemin ne

düşündüğünü merak ettiğimi anımsıyorum. Sormak istediğimi ama sormadığımı. Neden

sormadığımı da hatırlamıyorum. İkimiz de dağa doğru bakıyorduk. Her zaman geçtiğimiz

yollarda o günü farklı kılan neydi, annemin bakışı mı, gurbet hissi mi, dağın cüssesini

ikindinin ışıklarıyla yeniden kavramak mı anlamadan o an şiirin kelimesiz bir sessizlikte gelip

içime yerleştiğini anımsıyorum. Belki de sarsıcı anların şiirde ve insanda karşılığı aynı

değildir. Bizim için sade bir an şiir için olağanüstüdür. Bizim burada bir şiir olmalıydı diye

düşündüğümüz herhangi bir an da şiir için seçilebilir değildir.


Bildiğim, o sırada çocukluğun zindeliğinden daha yorgun, daha buğulu, hayal kırıklığından

daha tatlı, sevgiden daha buruk bir hissin üzerime doğru geldiğiydi. İkindi güneşinin

gölgelerimizi ağaçlara doğru eğmesinden arta kalan bir avuç ışıkla havalanıp usulca yere

konan toz gibiydim. Boğazımın ortasında bir karınca geziyormuş gibi küçük, gezgin sesler

titreşti. Oyuna benziyordu, oyun değildi. Bağırmaya benziyordu ama hoyrat değildi. Fino’nun

kaybolup sonra kuyruğunu sallayarak ortaya çıkmasına benziyordu ama değildi.

Arkadaşlarımızla ayrı evlere dağılmamıza benziyordu ama evim yok gibiydi. Dedemle misafir

odasının penceresinden bakmamıza benziyordu ama pencere bize doğru açılmıştı. Yaşlı

teyzelerin sevdikleri ölünce yaktıkları ağıtlara benziyordu ama bu sürsün istiyordum, onları

dinlemek ise savaşın bitmesini istemek gibiydi. O ân belli bir süre, çocukluğumun uçuşan

gündeminde kendine ufak tefek uğraşlar bularak içimde dolandı. Sonra sessizliğe büründü.


Yeniden daha görünür olduğu zamanlar ilkokula başlamıştım. Artık ben İstanbul’daydım

annem ise Ankara’daydı. Zaman zaman resim derslerinde annemle yan yana durduğumuz

yolu ve önünde sustuğumuz dağı çiziyordum. Aşağıda nehir de akıyordu. Aslında çocukların

çoğu manzara çizmek istediğinde dağ, yol ve nehir çiziyordu ama benim gerçeğim o

manzaranın içinden geliyordu. Şimdi düşünüyorum da acaba şiir için zaman tek bir andan

ibaretti de ben o gün orada annemle, bir süre sonra sadece resim defterlerinde uzun yıllar yan

yana duracağımızı mı sezmiştim. Bildiğimizden fazlası mı üfleniyordu içimize? Şiir yazmaya

böyle başladım. Uzanıp bilmediğim bir yerden bir şey alacakmışım gibi parmak uçlarımda

yükselerek. Dağın ve nehrin etrafına kurulan şiir şehrinin kalabalıklığına, dağınıklığına,

görkemine, yıkıntısına karışmadan kendi payıma düşeni kendi hünerim kadar yorumlayarak.

Henri Lepebvre bunu ne güzel ifade ediyor değil mi? “Kendi devinimlerimize karşılık gelen

devinimleri evrenden çekip çıkarırız, onu aşıp başkalaştırarak.” Behçet Necatigil ise bunu

şiire şöyle iliştiriyor: “ Nasıl yaşadığımızı fark ettiğimiz ölçüde yaşamanın şiirini yazıyoruz.”


Hayattan umduğumuz şeylerin başında şiir gelmiyor. Bu da onun umduğumuz şeylerin

derinliklerinde çoktan kendine bir mesken bulmuş olması ile açıklanabilir. Şiirin bizden

umduğu da kendi sesimizi bulduğumuzda o kavuşmaya onu da şahit yazmamız olabilir.

Şiir, neyi açtığımıza, neyi örttüğümüze karışmıyor, diliyor sadece. Çağırdığımız hakikaten

kendisi ise muhakkak geliyor. Geldiğinde ise yaptığı tek şey var. Nabzımız ile kelimelerin

nabzı arasındaki ritmi bulmamız için, fısıldayarak aradaki kapıyı cömert bir muhafız gibi

aralamak:

“ Sana inanıyorum”


* Bu yazı Sadece Şiir dergisinde yer almıştır. 



Beş Kitap Beş Yazar-2 : Hatice Nisan

  Hatice Nisan’a tekrar tekrar okumak istediği beş kitabı ve beş yazarı sordum. Hatice Nisan'ın Çünkü'leri aşağıda..             


* Paylaşım Cihan Ülsen'in bloğundan alınmıştır : https://cihanulsen.blogspot.com/            


                                                 BEŞ KİTAP

  1. Ritimanaliz, çünkü

evrene kulak kesilmek için müthiş bir dinleme hâlleri kılavuzu.




  1. Kale, çünkü

 “ Yaşama iççağrısı tüm iççağrıların üstündedir. Yaşamın bugününe paha biçilmez, onun bendeki ışığını kurtarmam gerekir.” Ama sen insansın, dediği için bu kitap ve Exupery.  

 

  1. Mekânın Poetikası, çünkü

mekân bir manzaradan çok bir ruh halidir Bachelard’a göre. Bu bilgiyle etrafıma baktığımda tüm gördüklerim yeniden yorumlanıyor.

 



  1. Rus Tazısı, çünkü

    içinde Soru İşareti Hanı var. Orada oturup her öyküde göğsüme başka bir rüzgâr doldurabiliyorum.

 


  1. Hiç Uğruna Bir Nefes, çünkü

        bu kadar kapsamlı Rilke okumak ve daha önce hiç Türkçeye çevrilmemiş şiirlerini okumak,  zamanda bir şiir yolculuğuna çıkmaktan farksız.

 

 

                                              BEŞ YAZAR

 

  1. Dino Buzzati, çünkü

 hem gerçeğe hem düşe bakışımı aynı anda büyülüyor. Mizah, eleştiri ve hüzünden ürettiği fantastik dünya şiiri de ihmal etmiyor. Zamanın küresini hem kendine özgü bir tarzda çizen hem de silkeleyen bir ressam. Daha ne olsun, diyorum her seferinde.



  1. Milorad Paviç, çünkü

 

 cümlelerinde kütüphanelerin uyuduğu bir düş avcısı. Sözü doğa olayları gibi kullanan bir yazar. Çocukken korktuğu karanlık ev yüzünden kitaplardan çok kapılı, sıra dışı evler inşa eden zevkli bir mimar. Sayısız başlangıçların ve sonların destekçisi.



  1. Robert Walser, çünkü

güvercinlerle birlikte izlenimleri yağmalayan, tanıdığım haydutların en sevimlisi, en kimsesizi. Benjamente Enstitüsü’nün bekleme salonunda karşılaştık onunla. Onun cümleleriyle söylersem “ onunla tanışmalısın! “ diye gürleyerek karşılık verdi dünyanın ruhu.



  1. John Berger, çünkü

neyi anlatırsa anlatsın okurken dinleniyorum, güven ve sıcaklık hissediyorum. Gezintilere benimle gelir,  yürüdüğüm yolları bir sanat galerisinin koridoruna açar.


  1. Eugenio Borgna, çünkü

 insanın ve yaşamın kırılgan tarafındaki gücü ve derinliği tanıyor. İnsan olma hâlinin tarifindeki zarif boşluğu tamamlıyor.

 

Cihan Ülsen'in kitabı üzerine: Porselen Bir Endişe: Kendinden Başka Herkes




  Hans Blumenberg 'Endişe Nehri Geçiyor' adlı kitabında, Hyginus’un meşhur fabllarından birinden bahseder. Fablda Cura (Endişe), alegorik bir figürdür; bir nehri geçerken balçıklaşmış toprak görür, ondan bir parça eline alır ve ona bir biçim verir. Biçim verdiği şeklin ne olduğunu düşünürken yanına Jüpiter gelir. Endişe, Jüpiter’den bu şekle bir ruh vermesini ister. Jüpiter, isteği gerçekleştirince bu sefer ona bir de ad vermek ister ve kendi adının verilmesi için ısrar eder. O sırada Tellus (Toprak) ayağa kalkar ve o da kendi adının verilmesini talep eder. Bu tartışmanın içinden çıkamazlar ve Satürn’ün hakemliğine başvururlar. Satürn, Jüpiter’e ona ruh veren olduğu için ölümünde ruhunu alacağını, Tellus’a ona kendinden bir beden verdiği için bedenini geri alacağını, Endişe ’ye ise de ona bu şekli veren olduğu için yaşadığı sürece onun sahibi olacağını söyler.

Hans Blumenberg, insanın yaradılışına ve kökenine dair yorumlanan bu fablın çekirdeğinde -art niyetsiz- eksik bir kısım olduğunun altını çizer. Ona göre, Endişe balçığa kıyı boyunca da rastlayabilirdi ama balçığa yansıyan kendi imgesini görmek için nehirden özellikle geçmiştir. Endişe, balçığa şekil vererek sanatsal arzunun kullanımına dair sembolik bir eylem sergilemiş ve bu eylemle insanın kökenine dair mitosun kalbindeki boşluğu şu yorumla kapatmıştır:

“Endişe insanı icat ettiği için değil, insan onun suretinde ve onun benzeri olarak yapıldığı için ömür boyu insanın sahibi olacaktı.”(1)

Endişe’nin doğurduğu sanatsal arzunun edebiyattaki muhataplarından olan şairler, şiir aracılığıyla "ben" demeye cüret ederek, kendi derinliklerindeki düşünceleri yüzeye çıkarıp onlara bir ruh, biçim ve ad verirler. Endişe çoğalır; şüphe, matem, kavga, öfke, isyan gibi tonlara kavuşarak gündelik hayata sıkışmış insana kendini ifade biçimleri sunar. İnsan, o sıkışmışlığın verdiği fanilerden bir fani olma hissi karşısında, kalıcı bir mesken edinmek istediği için bunu şiire transfer eder. Bazı şairler bunu gündelik hayatın rutin çemberlerini, çelmelerini, kanıksanmış zikzaklı tekrarlarını atlayarak yapar, bazıları ise kayıt düşmek adına gündelik hayatın telaş maskesinin ardındaki gücünü göz ardı etmeden onu da şiire katarlar.

Gündelik hayat, ilk bakışta ebediyeti uyandıran derin ve soyut düşüncenin uzağında dursa da bu düşüncenin yıpranması karşısında bağları yeniden örme ve o düşüncenin çekirdeğindeki yaşantıyı besleme gibi bir gücü elinde tutar. İnsanoğlunun varoluşunu dokumasına yardım eder. Bununla birlikte gündelik hayat, arka planda ikna edilmiş duygu ve düşüncelerin verdiği emniyet hissi ile kolaylaşabilecek bir sistemdir. Hem toplumda hem insanın iç dünyasında türlü muhalifler barınır. Kişi, toplumdaki muhaliflerin taciziyle dış dünyayı yönetemediğinde destek almak için içine yönelir, bunu da yapamadığında tükenir; varoluşun dokuması sökülmeye ve yaşam deseni kaybolmaya başlar. Gündelik hayatın nabzı olan mekânlardan biri olan kalabalık bir caddeden geçerken gözlemlenenler, bize kadar ulaşan tüm öğretilerin bizi ikna eden ve caydıran taze kanını içinde taşır. Bu anlamda şairin bir bulvarda kalabalık akarken söylediği şiir, bir zamanlar bir ozanın nehir kenarında dinginlik içinde söylediği şiirden çaba ve niyet olarak farklı değildir. İkisinde de bellek kazandırma çabası vardır. Doğadan ve lirizmden uzak koşullarda -şiirsel bir gözle bakıldığında hoyrat görünen- doğan şiir ihtiyacı, bu hoyratlığın el koyduğu manzarayı da şiire düşürmek ister. Bu anlamda şair, ağaçları, gökyüzünü, mevsimleri, hâlâ şiirselliğe hizmet eden detayları kayıt altına alırken arkadaki motor seslerini ve uğultuları da kayda alır. Her devirde kayıt altına alma koşulları değişiklik gösterse de, içinde bulunduğu âna doğru “şimdide” genişlemeyi seçen her şair için bu kayıt şekli bir gelenektir.

Şair, geçmiş zamanlardan kendisine doğru uzanan tüm elleri tutar ve kendi avucundaki yaşam belirtisi ile ısıtır. Şiir, insanoğlunun bitmek tükenmek bilmeyen noksanlığına karşı bir iç dökmek olduğundan, Lacan’ın tanımını ödünç alırsak, 'şairin yazgısı ötekinin borçlarını silmektir'. (2)

Bu borcu, bir bellek borcu olarak kabul eden şairlerden Cihan Ülsen, 'Kendinden Başka Herkes' adlı şiir kitabında, hiçbir zaman tam ödenemeyecek olan borcun altına giren şairin bu borcu devreden ve kayıt altına alan yönünü ön plana çıkarır. Hyginus’un Endişe karakterinin nehre elini daldırışı ile insana ve şaire taksim edildiği farz edilen miras için kendi adına şu çabayı dile getirir:

"Bütün bir çaba durmadan akan suya bir bellek kazandırma çabasıdır."(3)

Bu cümle üzerine düşünürken, Rudolf Borchardt’ın benzer bir düşünce ile şairin bellek ile olan temasını açıklayan bir sözüne rastladım. 'Kendinden Başka Herkes’e giden merdivenler görünür oldu: "Nasıl ki modern bilim insanları, insanları küçük porsiyonlara ayırıyorsa, nasıl ki binlerce, milyonlarca küçük canlı bizim hepsini kaplayan bir birlik olarak mercan kayalığı dediğimiz şeyi oluşturuyorsa, her şair için de yaşadığı zaman, ait olduğu toplum, hatırlama ile bütüne ilişkin adı konamayan bir sezgi arasında bir basamağa işaret eder ve şair tek başına diğer bütün basamaklara da aynı ölçüde katılır." (4)

'Kendinden Başka Herkes' kitabında, zihin bir iç mekân, çevrede olup bitenler ise dış mekân olarak mesken tutmak adına şiirde yerlerini alır. Şiirin gözü mercek gibi iç mekânla dış mekân arasında hareket halindedir. Şairin zihninde ve çevresinde biriken izlenimler harflere doğru harekete geçer ve hafızanın sinir uçlarını uyandıran bir dünya yaratılmaya başlar.

Birinci Denklem adlı ilk bölümde, iç mekân ve dış mekân şairin “kendisi” ve “öteki” üzerinden kurulup kurulup bozulan bir denklemde yerlerini arayarak ilerler. Çelişkiler, zıtlıklar, bağlamından koparılmış söylemlerin başına buyrukluğu -gündelik alışkanlıkların renkli ambalajlarına bürünüp hedef şaşırtması- tüm bunların farkında olan insanın tek başınalığı ve "ötekilerin" negatif anlamda "herkesleşmesi" hayret, sitem, öfke ve muhakemenin içinden geçer. Kişinin zannettikleri ile şahit oldukları arasındaki boşluk, sosyal bir tıkınma ile çiğnenmeden tüketilmiş görünür. Kitabın ilk şiirinde geçen "İkrar derim hep boşluğa ses verir" mısrası, ikinci bölümün girişindeki "Dünyayı tamamladım suskunun boşluğuna" mısrasının içinden geçer; "Cîwayaz" şiirinde duyulmayan bir haykırışa döner, "Göğüs Boşluğu" şiirindeki üç boşluğu dalgalandırır ve son olarak boşluğun boşlukta çınlamasının hüznü ile kitabın sonunda yer alan Aldous Huxley’in sözüne siner:

"Ya da şüphe nedeniyle ölümüne alt üst oluşların görkemini bulamazsınız mutlulukta".

Bu mısranın geçtiği ve kitabın yüzünü zaman nehrine çeviren ilk şiir, ismini Andrey Zvagintsev’in "The Return" (Dönüş) filminden alır. Filmde, yıllar sonra ansızın dönen bir baba ve iki erkek kardeş, babalarına olan yabancılıklarını da yanlarına alıp içeriği hakkında tam olarak fikir sahibi olmadıkları bir yolculuğa çıkarlar. Film boyunca iki kardeş ortaklaşa bir günlük tutar ve bir fotoğraf makinesi ile çekim yaparlar. Bu yolculuk, babaları ile çıkan bir tartışmanın ardından babanın yüksek bir kuleden düşmesi ile trajik bir sona düğümlenir. Çocuklar, çocukluğun kendilerini apar topar terk etmesinin şaşkınlığı ile evlerine dönerken, kadraja giren tüm yolculuk fotoğraflarını sondan başa doğru tersine bir sırayla seyrederiz. Bu filmin ismini ve ruhunu, sevdiklerimizle kurulan ilk bağları şiire alma ve filmdeki fotoğraf kayıtlarına benzer bir sırayla yerleştirme tercihini şair "Yanılgı Talimleri" şiirinde şöyle şerh eder:

"Kül saçılırsa perdelere başa saralım filmi/Ateşin de çatmasından bir öncesine/İlk inanç, ilk tereddüt, ilk çelişki /Ve acının insana kırıldığı o ilk kareye" (5)

Acının insana kırıldığı o ilk kareden başlayan "The Return" şiiri, insanın yaradılış hikâyesindeki düşüşünün dünyada da aynı metafizik kurallarla devam ettiği sıkıca dokunmuş bir keder ağını şiire taşır. "Çocukluğundan olmak denen" bu ani taşınma, bu haşin yer değiştirme ve yer değiştirirken zamanın erken ve geç kelimelerine vurguyu taşıyıp insanı zamansız ve zeminsiz hissettirmesinin kaderle olan kontratını insana hatırlatır:

"Onca sakarlığa adımızı yazdırdık şu elimizde kalan son korkaklık/Düşmek çocukluğundan olmaktır nihayetinde/Geç kalan bir baba gibi eksik/Eski bir pencerede fazlaca anne".

Ve elbette ki bu irtifa kaybında "Düşünce, ikrar her boşluktan faydalanır."

"Şairin ıstırap hazinesi insanlığın mülkü haline gelir" der, Aby Warburg. Şair, bu mülkü biriktirdikleri ile oluştururken, yüzyıllar boyunca süregelen şiirin en koyu tonunu onaylar: "Yalnızca incitmeyi sürdüren şey bellekte kalır." (6)




Kitabın ilk bölümünde; "Biz Eşit Değiliz Sevgilim", "En Güzel Haberler Sizin Olsun", "Siyah Bir Öfke", "Bir Kıyametin Anatomisi", "İşten Görüşme", "Reel Politik", "Roboski: Bir Şiire Giriş İçin Denemeler", "Süreli Yaygın", "Maraz Kokan Denklem" şiirleri ile şairin kendi içinde yaşadığı zamanı ve toplumu şiire kaydettiği ve bu kayıtların içinde "kendini" geçip giden kişi olarak yerleştirdiği bir panoramanın içine doğru çekiliriz.

Okura canlı bir panorama sunmanın bir eleştiri getirmekle olan ilişkisini Gogol’un Neva Bulvarı’ndan hatırlarız. Bulvar üzerinden tasvir edilen dünya metaforu, hem göz alıcılığı ile insanı büyüleyen ilk izlenimleri hem de bu afili görüntünün içinde kaldıkça ortaya çıkan sahteliği okura hissettirir. Bulvarda fenerler dışında her şey aldatıcı bir şekilde nefes alır ve anlatıcı bunu fark ettiği andan itibaren bulvardan geçerken yüzünü pardösü ile sıkıca örter. 'Kendinden Başka Herkes' kitabında da "Birinci Denklem" adlı ilk bölümde bize doğru açılan bu iki yüzlü panorama, inanmak ve kanmak arasındaki kafa karışıklığının arasından şiire giren dikkat; fark etmek, dile getirmek, direnmek ve söylemlerine sahip çıkmak üzerinden nefes alır.

Yoksulluk, yoksunluk, ekolojik sorunlar, diyetler, ruh bakraçları, mide fesatları, özel günlerin piyasalara getirdiği canlılıklar, kredi kartları, diplomalar, yapaylıklar, haber bültenleri, ekmek kavgaları, tirajlar, istatistikler, sıkılan yumruklar, kamuoyuna mal olan şeyler, denklem önermeleri karşısında iflas eden matematik, güçten düşen dilbilgisi, yorulmuş sosyal mesajlar, bombalar, reklamların ışıltıları ile ana arterlerden geçerken yüzünü pardösüyle sıkıca örten "tahammül"dür şiiri ayakta tutmak için kalan.

Yalanın türlü yüzleriyle karşımıza çıkan bu panorama, şüphenin de şüphesinin altını çizen münzevi bir bölümün hazırlayıcısı olur: İkinci Şüphe. Kitap, son mısrasında ise panoramanın insanda izdüşümü olarak sürdürdüğü yaşama şekline onu fark etmekle beliren bir çıkış kapısı gösterir:

"Herkes bir başkasının yalanında büyütür kendini".

"Birinci Denklem"in içinden şiir manzarasına karşılık gelen mısralardan birkaçı ile geçerken "İkinci Şüphe" bölümünün tenha sokaklarına doğru yol alabiliriz:

"Bu gündeme aldanırsak ölürüz biz/ Ana haber bültenlerinde 25 karede bir ölüm/ Bilişim çağrısı bir alternatif ölme biçimidir!/ Bir söylence çoğu zaman saf bir çocuk kalbinden fazlasıdır dile geldiği gibi okunur/Ama sen boş ver ağdalı sözlerin ağızda bıraktığı aromayı/ El ele flaş haber olalım , sür manşetten girsin sevdamız /Ölürsek tirajımızdan bilsinler!"

"Dipnot: Merdivenler yoksullar içindir"

"Ukde, tam da bu zamanda evladiyelik/ Üstelik bakiyemi karşılamıyor söylediğim şarkılar"

"Vahim, vehim vahamet: üçlü sıkıştırma"

"Korkmayın: dünyayı ben ancak otuz yaşında tanıdım"

"Mukaddimedir, acele ettiğimiz için bu geç kalmışlık"

"Çünkü merasimsiz bir cenaze alayı/ Sanayi devriminin en büyük armağanıdır"

"Hangi dilbilgisi adını değiştirme cüreti gösterir senin/Hangi meydan öyle darmaduman/Gözlerin kara bir ölüm için gez göz arpacık/ İşte bunu unutma"

"Yemin olsun, menziline varamadan düşen porselen telaşa/ Ve telaşın içindeki yavaşlığa"

"Uçurtma hüznüne boğulan çocukların gözleridir ömrü talana sebep".

Düşüncelerimiz üzerine düşünebiliriz, şüphemizden şüphe duyabiliriz. Bu şüphe, kitabın ilk bölümünde görülen, ışığı ve karanlığı geçirebilen porselen telaşı, münzevi bir alana çeker: Kitabın ikinci bölümüne adını veren "İkinci Şüphe"ye. "İkinci Şüphe" bölümü, gün batımı tasviri ile boşluğu selamlayarak açılır.

"Gün batımına atılmış bir zar gibi dönüyor havada heves/ Alacaklı bir parıltı orada şüphe/ Ne yakacak ne de söndürecek/ Ne dedimse olmadı gücendirdim şimdiki zamanı/ Dünyamı tamamladı suskunun boşluğuna".

Bu bölümde "İki Dar Bir Düz" şiirinde söylediği gibi "hitap çoğaltıyor" şair. İlk bölümdeki gezgin mercek, bu bölümde insanın gözünün kapalı ve açık olması üzerinden bakışın gece ve gündüzü üzerine bir söylence başlatır. "Gözü Açık Matem" şiirindeki mısralar, ikinci bölümün kalan tüm şiirlerinin içinden geçen bir nehir olarak satır aralarında akmayı sürdürür.

"İnsan en çok kendini aklarken gözü açıktır/ Bir yasın en olmadık anlarına tanıklığım hep bundan".

"Bir ağaca yaşlandım/Sonra bir fısıltıyla boşaldı yeryüzü/ Sinir uçlarına yerleştirdiği esnemelerden koca bir hayat yontarken/ İnsan en çok kendinde boğulandır."

"Ölü evini saran gündelik telaşa veriyorum tüm anlattıklarımı/İç dekorasyona ilgi duymak gibi bir şeydi herkesin bildiği bu darbımesel/ Ne kadar dile gelse o kadar eksik bırakan gözü doymaz nasihatler / Affet /İnsan en çok kendine akarken yalnızdır."

Devamında gelen "Kaldığı Yerden", "Yettiği Kadar Dünya", "Kurgu İlmihali", "Duvarda Asılı Kaç Arabesk Şarkı", "Balkondan Sarkan Masumiyet", "İki Dar Bir Düz", "Ciwayaz", "Beni Bir İnsafın Kollarına Bırakın", "Dil Bilgisi Çalışmaları", "Suyun Öte Yakası", "Göğüs Boşluğu" ve "Kendinden Başka Herkes" şiirleri ise insanın bir kurgu ilmihali olan şiirin sayfalarında "ilim" ve "hâl" arasında duran kaidelerde gezinişini kayıt altına alır:

"Ses çıkarmadan da tedirgin olabiliriz"

"Puslu bir bahçeye akışkan kurgular: Ey ahkâm! /Kalbi hizaya çeken yağmurlar meteorolojik bir kırılmadır."

"Sahipsiz rüyalar öksüz tekerlemeler gibidir biraz da"

"Kurgu ilmihallerinin doğurduğu yeni bir tabir"

"Kelimelerin ardında naftalin kokuları kırk yaşına girmeye hazır gibi gürültülü"

"Kuşkunun ritminden kurtulup göğüs kafesinden geçen ima"

"Lehv-i mahfuzdan söz açılınca hep bir başkasının kederi"

"Kim fark etti kalbur bir zamanda ayakkabıların yol kestiğini"

"Ünlemler koyuyoruz kapına: Tanrım ne çok kötü kulların var/ Affettiklerinden hizaya çekiliyor sinemiz"

"Ey şimdi bu şiirde ölmekte olan adam/ Dağınık olan sadece yüzün değildir bu civarda"

"Gayret okuyorum kendime: İnsaf, kendine insaf/ Biz ne zaman kendimiz için kendimizden çalmaya başladık Muzaffer?"

"---Süt dişi çıkmış otuz yaşım, kendinden başka herkes---"

"Bir serçenin göğüs boşluğuna emanet ettiğim dünya/Âh dedemin kalbinden çok uzak artık"

"Karşılıklı iki aksak özne köprüde/ Dile inat, dilden inci, dildeki o sekiş"

"Sana gel devrim yapalım demiyorum ama /Bir çivi olmak iyidir halkların kardeşliğine"

"Dizim hatasından mustarip dünya"

"Bu garip retorik/ Sinemadan çıkarken elde kalan yegâne yoksunluk"

"Söz kapansın/ Perde sükûta boyansın/ Kendinden ötedir herkes/ Herkes bir başkasının yalanında büyütür kendisini"

Sinemadan çıkarken perdede jenerik akmaya başlar ve jenerikle eş zamanlı olarak zihnimizde de bir izlenimler akışı başlar. Benzer bir şekilde "The Return" şiiri ile başlayıp "Kendinden Başka Herkes" şiiri ile tamamlanan bu seyirden sonra "yek katre-i hûnest, sâd hezârân endişe (İnsan tek damla kan ve bin bir endişedir) (7) sözü karşısında Kutsal Kitap’tan bir soru düşer akla:

"İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredebilirsin?" (8)

Şair, "Hatıra Kadar Büyük Bir Kalabalık" şiirinde bu soruyu kendi adına şöyle yanıtlıyor:

"Bir sûfi göğsümü açıp bir cümlede iki nehri birleştiriyor
Anlamasalar da kıyısında beklemeye sabır diyorum” (9)

*Bu yazı ( https://www.gazeteduvar.com.tr/porselen-bir-endise-kendinden-baska-herkes-haber-1595465 ) yayınlanmıştır. 

Dipnotlar:

1. Hans Blumenberg, Endişe Nehri Geçiyor, s: 173, Metis Yayınları, Şubat 2014
2. Birgül Sevinçli, Cihan Ülsen ile Röportaj: “Şiir Hem Tırnaktır Yaraya Hem Merhem”, https://arsizsanat.com/siir-hem-tirnaktir-yaraya-hem-merhem/
3. Birgül Sevinçli, Cihan Ülsen ile Röportaj: “Şiir Hem Tırnaktır Yaraya Hem Merhem”, https://arsizsanat.com/siir-hem-tirnaktir-yaraya-hem-merhem/
4. Uwe Fleckner, Mnemosyne’in Hazine Sandıkları, s: 196, Ocak,2017
5. Yokuş Yol’a Kültür Edebiyat Düşünce Dergisi, s: 12, Ekim 2020
6. Uwe Fleckner, Mnemosyne’in Hazine Sandıkları, s: 158, Ocak,2017
7. Fars edebiyatının en büyük şairlerinden Sadi Şirazi’nin “İnsan nedir?” sorusuna verdiği yanıt.
8. Kuran’ı Kerim, Kehf Suresi:68.Ayet
9. Buluntu Kutusu Dergisi, s:43, Nisan- Mayıs 2021