“Şairin toprağı, insanlar, sıradan bitkiler, hayvanlar, dur durak bilmeyen gökyüzleri, çığırından çıkmış güneşler,
sevgilinin yüzü, demirin, tiftiğin işlenişi, yüreğin derin ırmağı, bir yaprağın hayatı, denizler, Süleyman'ın ezgileri,
Muhammed'in çocukluğu, kuş sürüleri, gettonun göbeği olan Delancy, labirentler, kargaşa, emeğin ve cinselliğin
tarihi ve yosunlar ve akşamüstleri ve ormanlar ve Homeros ve terör ve günbatımları ve ölümün ve karasevdanın
yatağıdır.”
İlhan Berk
Ingeborg Bachmann, Frankfurt Dersleri’nde “Yazan Ben” bölümünde, İtalyan yazar
Svevo’nun Zeno’nun Bilinci romanından bir alıntı yapar:
“Geçmiş her zaman yenidir. Hayat ilerledikçe o da sürekli değişir. Geçmişe gömülmüşe
benzeyen parçaları yeniden ortaya çıkarlar, bazıları da gömülür giderler, çünkü ötekiler
kadar önemli değildirler. İçinde bulunduğumuz zaman, bir orkestrayı yönetir gibi yönetir
geçmişi. Tam da bu notalara ihtiyaç vardır, başkalarına değil. Böylece geçmiş kâh uzun, kâh
kısa görünür. Kâh yükselir sesi, kâh alçalır. İçinde bulunduğumuz zamanda, geçmişin ancak
şimdiyi aydınlatmak ya da karartmakla görevli kısmı etkili olur.”
Bu alıntı bu sabah beni dört, beş yaşlarıma götürdü. Bir metni okurken onunla bir yere
gitmenin tadını bilirsiniz. Metin sessizce size eşlik eder, sizde neleri uyandırdığını iç sesinizin
hizasına eğilerek dinler ve bundaki payını size ait bir keşif gibi hissettirmek için elinden
geleni yapar. Bende tam olarak böyle oldu. Metnin aydınlattığı yerde ben ve annem nehrin
yukarısına doğru uzanan bir yokuşu çıkıyorduk.
İkindi vaktiydi, hava berraktı. Durduk. Neden durduğumuzu hatırlamıyorum. Belki yorulduk.
Karşımızda bir dağ yükseliyordu. Annem dağa bakıyordu. Ben de bakıyordum. Annemin ne
düşündüğünü merak ettiğimi anımsıyorum. Sormak istediğimi ama sormadığımı. Neden
sormadığımı da hatırlamıyorum. İkimiz de dağa doğru bakıyorduk. Her zaman geçtiğimiz
yollarda o günü farklı kılan neydi, annemin bakışı mı, gurbet hissi mi, dağın cüssesini
ikindinin ışıklarıyla yeniden kavramak mı anlamadan o an şiirin kelimesiz bir sessizlikte gelip
içime yerleştiğini anımsıyorum. Belki de sarsıcı anların şiirde ve insanda karşılığı aynı
değildir. Bizim için sade bir an şiir için olağanüstüdür. Bizim burada bir şiir olmalıydı diye
düşündüğümüz herhangi bir an da şiir için seçilebilir değildir.
Bildiğim, o sırada çocukluğun zindeliğinden daha yorgun, daha buğulu, hayal kırıklığından
daha tatlı, sevgiden daha buruk bir hissin üzerime doğru geldiğiydi. İkindi güneşinin
gölgelerimizi ağaçlara doğru eğmesinden arta kalan bir avuç ışıkla havalanıp usulca yere
konan toz gibiydim. Boğazımın ortasında bir karınca geziyormuş gibi küçük, gezgin sesler
titreşti. Oyuna benziyordu, oyun değildi. Bağırmaya benziyordu ama hoyrat değildi. Fino’nun
kaybolup sonra kuyruğunu sallayarak ortaya çıkmasına benziyordu ama değildi.
Arkadaşlarımızla ayrı evlere dağılmamıza benziyordu ama evim yok gibiydi. Dedemle misafir
odasının penceresinden bakmamıza benziyordu ama pencere bize doğru açılmıştı. Yaşlı
teyzelerin sevdikleri ölünce yaktıkları ağıtlara benziyordu ama bu sürsün istiyordum, onları
dinlemek ise savaşın bitmesini istemek gibiydi. O ân belli bir süre, çocukluğumun uçuşan
gündeminde kendine ufak tefek uğraşlar bularak içimde dolandı. Sonra sessizliğe büründü.
Yeniden daha görünür olduğu zamanlar ilkokula başlamıştım. Artık ben İstanbul’daydım
annem ise Ankara’daydı. Zaman zaman resim derslerinde annemle yan yana durduğumuz
yolu ve önünde sustuğumuz dağı çiziyordum. Aşağıda nehir de akıyordu. Aslında çocukların
çoğu manzara çizmek istediğinde dağ, yol ve nehir çiziyordu ama benim gerçeğim o
manzaranın içinden geliyordu. Şimdi düşünüyorum da acaba şiir için zaman tek bir andan
ibaretti de ben o gün orada annemle, bir süre sonra sadece resim defterlerinde uzun yıllar yan
yana duracağımızı mı sezmiştim. Bildiğimizden fazlası mı üfleniyordu içimize? Şiir yazmaya
böyle başladım. Uzanıp bilmediğim bir yerden bir şey alacakmışım gibi parmak uçlarımda
yükselerek. Dağın ve nehrin etrafına kurulan şiir şehrinin kalabalıklığına, dağınıklığına,
görkemine, yıkıntısına karışmadan kendi payıma düşeni kendi hünerim kadar yorumlayarak.
Henri Lepebvre bunu ne güzel ifade ediyor değil mi? “Kendi devinimlerimize karşılık gelen
devinimleri evrenden çekip çıkarırız, onu aşıp başkalaştırarak.” Behçet Necatigil ise bunu
şiire şöyle iliştiriyor: “ Nasıl yaşadığımızı fark ettiğimiz ölçüde yaşamanın şiirini yazıyoruz.”
Hayattan umduğumuz şeylerin başında şiir gelmiyor. Bu da onun umduğumuz şeylerin
derinliklerinde çoktan kendine bir mesken bulmuş olması ile açıklanabilir. Şiirin bizden
umduğu da kendi sesimizi bulduğumuzda o kavuşmaya onu da şahit yazmamız olabilir.
Şiir, neyi açtığımıza, neyi örttüğümüze karışmıyor, diliyor sadece. Çağırdığımız hakikaten
kendisi ise muhakkak geliyor. Geldiğinde ise yaptığı tek şey var. Nabzımız ile kelimelerin
nabzı arasındaki ritmi bulmamız için, fısıldayarak aradaki kapıyı cömert bir muhafız gibi
aralamak:
“ Sana inanıyorum”
* Bu yazı Sadece Şiir dergisinde yer almıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder