4 Şubat 2025 Salı

Şiir Bana Ne yaptı?: Dağların Ardı, Kapıların Arkası

 





“Şairin toprağı, insanlar, sıradan bitkiler, hayvanlar, dur durak bilmeyen gökyüzleri, çığırından çıkmış güneşler,

sevgilinin yüzü, demirin, tiftiğin işlenişi, yüreğin derin ırmağı, bir yaprağın hayatı, denizler, Süleyman'ın ezgileri,

Muhammed'in çocukluğu, kuş sürüleri, gettonun göbeği olan Delancy, labirentler, kargaşa, emeğin ve cinselliğin

tarihi ve yosunlar ve akşamüstleri ve ormanlar ve Homeros ve terör ve günbatımları ve ölümün ve karasevdanın

yatağıdır.”

İlhan Berk




Ingeborg Bachmann, Frankfurt Dersleri’nde  “Yazan Ben” bölümünde, İtalyan yazar

Svevo’nun Zeno’nun Bilinci romanından bir alıntı yapar:

“Geçmiş her zaman yenidir. Hayat ilerledikçe o da sürekli değişir. Geçmişe gömülmüşe

benzeyen parçaları yeniden ortaya çıkarlar, bazıları da gömülür giderler, çünkü ötekiler

kadar önemli değildirler. İçinde bulunduğumuz zaman, bir orkestrayı yönetir gibi yönetir

geçmişi. Tam da bu notalara ihtiyaç vardır, başkalarına değil. Böylece geçmiş kâh uzun, kâh

kısa görünür. Kâh yükselir sesi, kâh alçalır. İçinde bulunduğumuz zamanda, geçmişin ancak

şimdiyi aydınlatmak ya da karartmakla görevli kısmı etkili olur.”


Bu alıntı bu sabah beni dört, beş yaşlarıma götürdü. Bir metni okurken onunla bir yere

gitmenin tadını bilirsiniz. Metin sessizce size eşlik eder, sizde neleri uyandırdığını iç sesinizin

hizasına eğilerek dinler ve bundaki payını size ait bir keşif gibi hissettirmek için elinden

geleni yapar. Bende tam olarak böyle oldu. Metnin aydınlattığı yerde ben ve annem nehrin

yukarısına doğru uzanan bir yokuşu çıkıyorduk.


İkindi vaktiydi, hava berraktı. Durduk. Neden durduğumuzu hatırlamıyorum. Belki yorulduk.

Karşımızda bir dağ yükseliyordu. Annem dağa bakıyordu. Ben de bakıyordum. Annemin ne

düşündüğünü merak ettiğimi anımsıyorum. Sormak istediğimi ama sormadığımı. Neden

sormadığımı da hatırlamıyorum. İkimiz de dağa doğru bakıyorduk. Her zaman geçtiğimiz

yollarda o günü farklı kılan neydi, annemin bakışı mı, gurbet hissi mi, dağın cüssesini

ikindinin ışıklarıyla yeniden kavramak mı anlamadan o an şiirin kelimesiz bir sessizlikte gelip

içime yerleştiğini anımsıyorum. Belki de sarsıcı anların şiirde ve insanda karşılığı aynı

değildir. Bizim için sade bir an şiir için olağanüstüdür. Bizim burada bir şiir olmalıydı diye

düşündüğümüz herhangi bir an da şiir için seçilebilir değildir.


Bildiğim, o sırada çocukluğun zindeliğinden daha yorgun, daha buğulu, hayal kırıklığından

daha tatlı, sevgiden daha buruk bir hissin üzerime doğru geldiğiydi. İkindi güneşinin

gölgelerimizi ağaçlara doğru eğmesinden arta kalan bir avuç ışıkla havalanıp usulca yere

konan toz gibiydim. Boğazımın ortasında bir karınca geziyormuş gibi küçük, gezgin sesler

titreşti. Oyuna benziyordu, oyun değildi. Bağırmaya benziyordu ama hoyrat değildi. Fino’nun

kaybolup sonra kuyruğunu sallayarak ortaya çıkmasına benziyordu ama değildi.

Arkadaşlarımızla ayrı evlere dağılmamıza benziyordu ama evim yok gibiydi. Dedemle misafir

odasının penceresinden bakmamıza benziyordu ama pencere bize doğru açılmıştı. Yaşlı

teyzelerin sevdikleri ölünce yaktıkları ağıtlara benziyordu ama bu sürsün istiyordum, onları

dinlemek ise savaşın bitmesini istemek gibiydi. O ân belli bir süre, çocukluğumun uçuşan

gündeminde kendine ufak tefek uğraşlar bularak içimde dolandı. Sonra sessizliğe büründü.


Yeniden daha görünür olduğu zamanlar ilkokula başlamıştım. Artık ben İstanbul’daydım

annem ise Ankara’daydı. Zaman zaman resim derslerinde annemle yan yana durduğumuz

yolu ve önünde sustuğumuz dağı çiziyordum. Aşağıda nehir de akıyordu. Aslında çocukların

çoğu manzara çizmek istediğinde dağ, yol ve nehir çiziyordu ama benim gerçeğim o

manzaranın içinden geliyordu. Şimdi düşünüyorum da acaba şiir için zaman tek bir andan

ibaretti de ben o gün orada annemle, bir süre sonra sadece resim defterlerinde uzun yıllar yan

yana duracağımızı mı sezmiştim. Bildiğimizden fazlası mı üfleniyordu içimize? Şiir yazmaya

böyle başladım. Uzanıp bilmediğim bir yerden bir şey alacakmışım gibi parmak uçlarımda

yükselerek. Dağın ve nehrin etrafına kurulan şiir şehrinin kalabalıklığına, dağınıklığına,

görkemine, yıkıntısına karışmadan kendi payıma düşeni kendi hünerim kadar yorumlayarak.

Henri Lepebvre bunu ne güzel ifade ediyor değil mi? “Kendi devinimlerimize karşılık gelen

devinimleri evrenden çekip çıkarırız, onu aşıp başkalaştırarak.” Behçet Necatigil ise bunu

şiire şöyle iliştiriyor: “ Nasıl yaşadığımızı fark ettiğimiz ölçüde yaşamanın şiirini yazıyoruz.”


Hayattan umduğumuz şeylerin başında şiir gelmiyor. Bu da onun umduğumuz şeylerin

derinliklerinde çoktan kendine bir mesken bulmuş olması ile açıklanabilir. Şiirin bizden

umduğu da kendi sesimizi bulduğumuzda o kavuşmaya onu da şahit yazmamız olabilir.

Şiir, neyi açtığımıza, neyi örttüğümüze karışmıyor, diliyor sadece. Çağırdığımız hakikaten

kendisi ise muhakkak geliyor. Geldiğinde ise yaptığı tek şey var. Nabzımız ile kelimelerin

nabzı arasındaki ritmi bulmamız için, fısıldayarak aradaki kapıyı cömert bir muhafız gibi

aralamak:

“ Sana inanıyorum”


* Bu yazı Sadece Şiir dergisinde yer almıştır. 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder