8 Mayıs 2020 Cuma

Şiir: Lagrimilla


O şimdi duymaz, en göz alıcı çağında
sırtı ağaç gövdesinden öksüz

acının da bir miadı var
doğar, büyür ve yön değiştirir
sesin dalıp orman kuytularında
kendini rüzgârla değişmesi gibi

yorgundur her  mübadil

bu inançla , ağaran  gölgesini
gecenin karayemişiyle değişir

gözkapaklarında  köpürür sis
araladığında tüm vapur pencerelerinde
sabah  buğusu  ve gözler
kendine doğru iptal edilen
kaçıncı seferi  bekleyen

beklerken değiyor bu karayemişler
insanın çürüttüğü gece ve düş
toprağın henüz denemediği bir hünerdir
insandır,  yaşlandıkça esmerleşir
rengini çürüyen düşten  ve geceden alır da
ölüm bembeyaz bıçağıyla aniden
saplanınca
düşer  karayemiş dalından
düşer her  ten  ikindi güneşinin
üstünde soğuduğu mermer gibi
ağır
ve dağılır çukurunda aşkın
izbedir her avuç  içi  bu yüzden

izbedir aşk,  her akşam aynı avluda
içinden ışıklar saçılan humma

bir göğsün bir göğse yırtığından bakmasından
yoksulluğa evrilir aşk

hep bir sessizliğe borçlanır severken
ellerinin çalı çırpısı
yuvasını unutan güvercin dalgınlığı

çölü  olmayanın  göçü elbet denizedir
siste uyuyan adamı
uyandıran
rüzgâr  kimden yanadır
yelken bezini  su gözlü bir kadın dokumuşsa?

ölüm bir sağırlık
ölenin kendi ağıdını
dinlemesinden başka
kimsenin kimseyi duymadığı
safran bir  sağırlık

İçinde   hep aynı hazırlık
kapanmadı göğsü neyi  içinden çıkarsa?

meyvesini kurduna bağışladığı ağaç
en göz alıcı çağında

çekilip gölgesinden, sisten ve  geceden
O şimdi  yaslandığı her şeyden öksüz.

Hatice Nisan

 *Yokuş Yol'a dergisinde yayınlanmıştır.
*Lagrimilla, İspanyolcada  küçük gözyaşı anlamına gelir.



Birkleyn Suyu’nu İçen Bir Deli : Giovanni Papini


                          
                         

Orada,  sokak lambasının altında yüzü yine akşam sisine dönük, siyah paltosu ve siyah eldivenleriyle duruyordu.  Her günün sonunda sırtı dönük bu adama  “İyi akşamlar Bay Papini” demek âdetim olmuştu. O akşam, çantamda dönüşümlü dolaşan kitaplarından hiçbiri yanımda değildi. Kaçan Ayna, Gog, Düşsel Konçerto.  Her birinde algımı çatlatan yerlerin altını çiziyor, sayfa kenarlarını kıvırıyor, bu çılgın ve kavgacı söz ustasının, cümlelerimi tutuşturacak bir bakışına denk gelmek için herhangi bir işaret bekliyordum. O akşam, omuzlarımda irtifa kaybetmiş bir kuşla, apartmana doğru yöneldiğimde, gölge adam yine orada duruyordu.  Bu sefer iyi akşamlar dilemedim. Uykusuz ve yorgundum. Kurumaya başlayan asmanın dallarına kelimelerimi bağlayıp geçer gibi sessizce yanından geçtim.

Ne zaman uykuya daldığımı hatırlamıyorum, birden irkilerek uyandım. Önce saate baktım. Yarım saat uyumuştum. Uyumuş ve rüya bile görmüştüm.  Cılız ve  tozlu yeşilliklerin, başlarını irili ufaklı taş diplerinden ürkek ve yılgın çıkardıkları bir düzlükteydim. Birkaç kuru dal ve otlardan oluşmuş küçük bir yığının başında, kendisine dair hiçbir detay hatırlamadığım bir adam vardı. Benden bir ayna istediğini hatırlıyorum. Çantamdan küçük bir seyahat aynası çıkarıp ona uzattım. Adam aynayı güneşe doğru çevirdi ve bir süre sonra otlar tutuşmaya başladı. Yükselmeye başlayan alev kahverengi toprakta iddiasız bir biçimde kıvrılıyor, sarıdan maviye, kızıla ve tekrar maviye dönüyor,  bense o küçük aynadan, pencereden bakar gibi  yalımların hareketlerini  izliyordum.

Rüyamı anımsamam tamamlanınca  perdeyi aralayıp, sokak lambasının altındaki ketum gölgeyi aradım. Göremedim.  Ufukta çatlayan kızıllığa bakarken, omzumda kanat doğruluşunu hissettiğim o kuş, usta bir rüya yorumcusu gibi  “kaçan ayna “ diye fısıldadı. Evet, Papini varlığıyla varlığım arasındaki kilidi çevirmiş ve sessizce bilmediğim bir yere çekilmişti.  Ona doğru yürüyüşüm böyle başlamıştı.

Notlarımı ve kitaplarımı koyduğum çantamı kapatıp evden çıkarken,  Milorad Paviç ‘in Soru İşareti Hanı'ndan bir cümleyle, kapıyı yumuşakça çekip anahtarı çevirdim:
“Bir düş ancak bir öyküye daha iyi girebilmek için terk edilir .“
Bir kalabalık arıyordum, bir başlangıç noktası bulabilmek için kalabalığa ihtiyacım vardı.
Bir pazar akşamı kalabalık olacağını düşünerek o saatte gidebileceğim en yakın alışveriş merkezine doğru yol aldım.

Yürüyen merdivenler, asansörler ve mağazalar arasında yürürken insanları inceleyip, uykumu getiren bu parlak ışıkların altında en iyisinin evime dönüp uyumak olduğunu düşündüğüm sırada, birden neredeyse kulağımın dibinden gelen bir zil sesiyle arkama baktım. Rengarenk vagonları çocuklarla dolu olan mini bir tren, merkezin içindeki turlarından birini tamamlamak üzere üzerime doğru  geliyordu  Kendimi ani bir hareketle kenara çektim. İçindeki  çocuklar, birbirleriyle konuşmadan, bir filme dalmış gibi ışıklı vitrinleri, çantalarla sağa sola koşturan yetişkinleri, sentetik bitkileri, camlı asansörlerin iniş çıkışlarını, süs havuzlarındaki  su manevralarını ve  market arabalarını seyrederek  geçiyorlardı.
Durduğum yerde trenin gidişini ve tekrar karşıma çıkmadan önce görebileceğim son kıvrılışını izledim. 

O sırada trenden artakalan silik boşluğa doğru bir orkestra kalabalığı yürümeye başladı. Siyah papyonlu adamlar ve siyah elbiseli kadınlar, bordo kumaş kaplı sandalyeleri altlarına çekip boşluğu nazikçe selamladılar. Daha sonra görünmeyen orkestra şefinin ellerine odaklanmış bir şekilde hepsi, anısı enstrümanlarında titreyen eşsiz bir sevgiliyi yad eder gibi kendilerini vererek çalmaya başladılar. Duyduğum ses alışageldiğim herhangi bir şarkı değildi. Bu çalan, Fütürist müzisyen Arthur Honeger’in “Pasifik 231” adlı eserinin 120 mil hızla giden trene yer verdiği senfonik bölümüydü. Orkestranın hünerli ellerinden yükselen tren hareketlerinin sesi, köşeden kıvrılan mini trenin bıraktığı boşluğu var gücüyle dolduruyordu.

Elimin  istemsiz bir şekilde Papini’nin Kaçan Ayna kitabına uzandığını  fark ettim. Zihnimden yola çıkan Pacific 231 adlı tren, buharıyla ortalığı sise boğarak kitabın içine doğru giriyor ve kitap ellerimde giderek kabarırken, öyküdeki Bay Adam  ve Papini’nin geleceğe dair yaptıkları konuşmayı  gürültüsüyle bastırarak istasyonda duruyordu. Bir dönemin Romantikleri için, ırmak kenarında kelimeleri doğa sesleriyle durulayarak şiire dönüştürmek ne ise, o sırada Honeger gibi, Papini için de bilincin alacakaranlık mağarasında yarasalar gibi bekleşen trenler de  aynı etkiyi yapıyor olacak ki, kendisini    “trenlerin sesini  çevirmeyi  iyi  bilen  alçakgönüllü çevirmen” olarak tanımlıyor  ve  Bay Adam’a şöyle söylüyordu:
"..hem sonra Bay Adam, yararsız kaçışlardan sonra duran trenleri,  yok edemeyeceği şeyi örten sisi  de çok seviyorum “
Bay Adam,  yakasındaki iki menekşeden birini  koparıp Papini’ye uzatırken, Pacific 231 giderek  renkleniyor küçülüyor , öyküdeki kaçan aynanın içinden geleceğe doğru hız alıyor ,  2014’te  bir alışveriş merkezinin  aynalı camından içeriye girerek,  bakışlarından sokak ışıltısı çekilmiş çocukların  bindiği, bu küçük  kafese dönüşüyordu.

Süpermarket ve teknolojik marketin ortasına serpiştirilmiş, kafesten arta kalan parçalardan yapılmış gibi duran birkaç ince şeritli banktan birine oturdum ve defterimi araladım. Uzun süre açık kalmasına defterin de alıştığı sayfada , yine ıslak sırtını demir karyolaya yaslamış , uykusu sanki  günlerce art arda bölünmüş de  kendine kala kala  dilsiz bir uyuşukluk  kalmış gibi boşluğa bakan kıvırcık saçlı adam oturuyordu. Bu adam, tüm yaşamını tek bir öykü yazmaya adamış ve  Papini’nin yazdığı öyküyü beğenmemesine karşılık onunla bir anlaşma yaparak  ölmeyi kabul etmiş olan genç adamdı. 

Farkında olmadan onun tüm hayatını düşlemiş, doğduğu günden beri her tür gizli açık düşüncelerini yazmış, bir düş ya da bir aşk yahut aşağılık bir hesap bile gözünden kaçmamıştı. Hayatını  tüm ayrıntılarıyla  öykücüden dinlerken allak bullak olan Papini,  bu korkunç kitap ve yazarından kurtulmak için öyküyü sıkıcı, tutarsız ve iğrenç bulduğunu söylemiş ve genç adam  sözünü tutarak korkulukları aşıp kendini ırmağın kabaran sularına bırakmıştı.

Genç adamın atlamadan önceki son cümlesini bir kez daha okudum:

“Olabildiğince çabuk unutun beni “

Sonsuz bir  anımsanma  için  yanıp tutuşan bunca roman,  öykü  karakterinin  çırpınışı  arasında, bu genç adamın silinip gitme isteği bana dokunmuştu. Sık sık  onu hatırlamanın bir yolunu bulmaya çalışıyordum. Sonunda, elinde fındıklarla ırmak kenarında bu atlayışı seyreden küçük sarışın kızı seçtim. Onun bakışlarını sürekli giyinip giyinip çıkararak genç adamı huzursuz etmek için elimden geleni yaptım. Bu adamın ölmesini istemiyordum. 
Biri bu adama ölü olmadığını söylemeliydi.

Bir adım daha ileriye giderek Umberto Boccioni’nin  Eve Giden Yol adlı tablosunu, adamın baktığı boşluğa özenle yerleştirdim. Çok kısa bir an için, trenin tekrar çalan ziline başımı çevirip baktığımda  genç öykücünün karyolası artık  boştu. Ölüme yakın duran her yaralı ruhun, yaşamı dirilerden daha çok umursaması gibi o da boşluğa sarkıtılan en ufak bir anlama kayıtsız kalamamış, unutulmanın gri hücresinden çıkarak tüm gücüyle tablodaki sokakta koşmaya başlamıştı.

Koşarken, ressamın hızı ve hareketi dondurarak çoğalttığı bu tabloda hareketten daha çok, bir okur olarak benim onu yazıda  diriltme çabam  ve yazarın kendisine  intiharı öğütlemesi arasındaki çelişkide, şaşkınlıkla çoğalıyordu. O koştukça  sokak evin içinden geçiyor, masa  adamın kollarının altından dolanıyor, sokağın sesi, gürültüsü, ressamın niyeti,  resme bakanın hayreti, önseziler,  kapılardaki uğurlamalar ve karşılamalar adamı kuşatıyor,  atladığı ırmağın suyu ya da ırmağın teri o koştukça bedeninden boşalıyor, kendisine ait olmayan bir annenin evine doğru koşarken, koşmak bir buhara dönüşüyordu.

Sürekli bakışlarını takıp çıkarmamın ritmik hareketlerinden uykusu gelmiş küçük kız,  bakışlarımın ondan çekilişinden etkilenmeden, hemen  unutulmuş bir rüyanın  beyaz  düzlüğünde kayıtsızca  yürür gibi kitaba  doğru yürüdü ve  aynı su  kıyısına dönerek ırmağın hiç bölünmemiş , hiç acıkmamış ve  ölüm meleğini hiç  misafir etmemiş haline,  Aden cennetinden doğan ve dünyanın bittiği yere doğru coşkuyla akan Birkleyn Suyu’na  bakar gibi baktı.

Başımı zil sesine tekrar çevirdiğimde,  içinde tek bir çocuk kalmış mini tren  kalktığı alana doğru son turunu bitirmek üzere yol alıyordu. İri gözlü bir  çocuk tanımlayamadığı, ona ait bir şeyden uzaklaşıyormuş gibi  durgun ve hüzünlüydü.  “ Ey yedi yaş! “ dedim “ Ey yola çıkmanın şaşılası anı!” [1]

Tren işten dönen yorgun bir adam gibi  yatağına uzanırken, çıkış kapısının yanında bir arbede gördüm.  Omzumdaki kuşun acemi bir hareketle kaburga kemiklerime sıkıştığını hissettim. İşte hep bana yüz çeviren Papini, çıkış kapısının yanında, güvenlik görevlisine ait bir sandalyeye oturmuş , tek bir kelime etmeyecek kadar ciddi bir yüzle, orada bekleşen siyah, şekilsiz  karaltılara  kendi benliğini kansız , bıçaksız bölebildiği kadar bölüyor, Boccioni’nin tablosu gibi benliği bölündükçe çoğalıyor, karakterlerinin her birine ses, duyuş ve beden giydirirken, açlıktan gözü dönmüş bazıları  diğerlerini hırpalayarak , daha fazla cevap, daha fazla gerçekçilik veya daha fazla düş alabilmek için birbirlerini eziyorlardı.
O sırada o kargaşadan kızarmış bir yüzle sıyrılan intihar vekilini tanıdım. Sözlerinin  edebiyat olmadığını göstermek için elini yanan mumun üstünde yanık kokusu gelene kadar tutmuş olan  bu çılgın, aynı esrik dille şöyle haykırıyordu:

Kimse ama hiç kimse bana edebiyat demesin!
Ben iştahsız ölülerin açık ağızlarını var gücüyle doyuran toprağın üzerinde ,
göğe açılmış  sivri tırnaklar gibi duran
yaşam dikeninin üzerindeki   ellerinizi kanatan o  çiçeğim!

O haykırırken yanık kokusuna bulanan diğer karakterler caddeye çıkıp şehrin ara sokaklarına doğru kayboldular.

Yerimden doğrulup,  alışveriş merkezinin boş koridorlarından  yüzünü aynalı camdan karanlık bir düzlük gibi uzanan  şehre doğru  çevirmiş olan Papini’ ye doğru yürümeye başladım. Adımlarım ona doğru hızlandıkça  giderek  eksiliyor ve silikleşiyordu. Duyularını tuhaf bir hastalıkla  yavaş yavaş  kaybeden  Papini, duyularımdan  da benzer bir uzaklaşmayla  çekiliyor olmalıydı.

Karanlık odasında  çektiği tüm resimleri önce şiire batırıp sonra ustalıkla düz yazıya tab eden bu ruh fotoğrafçısı , Rilke’nin sözünü ettiği  gibi yazıyı öyle derin  bir acıyla ve tutkuyla kavramıştı ki, acının özü görünmez olarak yeniden ve yeniden diriliyor ve Boccio’nun tablosundaki gibi çoğalarak , insan bilincinin tüm karanlık odalarının sorularını  üstümüze salıyordu.

Yaklaştıkça sesi boğuklaşmaya ama anlattıkları tanıdık gelmeye başladı:
 “Görünsün ya da görünmesin, başkaları, iç ve dış âlemimizi paylaşırlar.  Çaresi yoktur. Tam bir inzivada bile, dağın ancak zerresi, denizin bir damlası olduğumu dehşetle hissediyorum. Kafama ve etime ölülerin mirası hakim, düşüncem ölülere ve dirilere borçlu, hareket tarzım , irademe rağmen , tanımadığım veya hoş gördüğüm varlıkların tesiri altında …benim meydana getiremediğim bir dille konuşmaya mecburum ve benden evvel gelmiş olanlar , haberim olmadan bana zevklerini, duygularını ve peşin hükümlerini kabul ettirmişlerdir…

Kimsenin doğurmadığı, benden başkasının katılmadığı, mutlak surette benim diyebileceğim, bağımsız ve gizli çekirdek nerede?” [2]
“Dünyanın orta yerinde yalnız olduğumu duyumsuyorum,onulmaz bir biçimde yalnız,: Evrenin merkezinde tek başına bir can. Gerçekten de…”[3]
Ona gözümü ayırmadan baktım. Kısa bir sessizlik oldu.

İyice anlaşılmaz olan sesini toparlayıp silikleşen yüzündeki son bir çaba ile  bana dönüp  şöyle dedi :

“ Yararsız kaçışlardan sonra duran trenleri, yok edemeyeceği şeyi örten sisi seviyorum.”

 “ Kendisini aynada gözleri kapalı olarak gördü ve hemen öldü.  Gözkapaklarının iki kez oynayışı arasında ölmüştü, daha doğrusu gözkapaklarındaki öldürücü harfleri ilk kez okuduğu anda ölmüştü. Aynanın kendisine yansıttıklarına, bir önceki an ve bir sonraki an içinde göz kırpmıştı. Geçmişin ve geleceğin harfleriyle eş zamanlı öldürülmüş olarak öldü.” [4]


Kapı açıldı, bir rüzgâr sandalyenin üstünde kalan paltoyu ve şapkayı hafifçe kımıldattı.

Hatice Nisan / *Yokuş Yol’a dergisinde yayınlanmıştır




[1]  Furuğ Ferruhzad, Senden Sonra Ey Yedi Yaş
[2] Giovanni Papini, Gog I (Hiçbir Şey Benim Değil)
[3] Giovanni Papini, Kaçan Ayna (Sen Kimsin? )
[4] Milorad Paviç, Hazar Sözlüğü (Hızlı Ayna ve Yavaş Ayna)



Sular Altında Bir Şimdiki Zaman: Mrs.Dalloway'de Virginia Woolf



“Dünya kırbacını kaldırmıştı; nereye indirecekti acaba?”

Kaç gündür Mrs. Dalloway ‘i düşünüyorum. Aslında Mrs. Dalloway ‘i yıllardır düşünüyorum. Ne zaman bulvarda yürüsem, çiçekçilerin önünde dursam, bir sokak çalgıcısına rastlasam, parklardan geçsem, elleri ceplerinde bir kadın ve paltosuna gömülmüş bir adam aynı dalgınlıkla birbirlerini fark etmeden sadece bir an için aynı hizaya gelseler ve zıt yönlere doğru yürüseler, gerçek ve hayalin arasından geçtiğini sandığımız o kurgusal çizgide bakışlarımı insanlardan arta kalan boşluğa çevirip “Bayan Dalloway!” diye seslenmek  geliyor içimden. “Bir roman kahramanını bu kadar diri tutan nedir?” sorusunun cevabı, belki de okurun içinde bulunduğu “şimdiki zamanların” roman kahramanı tarafından ne kadar sıklıkla işgal edildiğinde gizlidir.
Kaç gündür zihnimden kırbaç şakırtıları geçiyor. Kaç gündür kitaptaki kelimelerin sesleri arasından neden en çok bu sesi duyduğumu düşünüyorum. O sırada karşımda bir anda sağa doğru hafifçe kıpırdayan yelkovana gözüm takılıyor.” Evet, işte bundan! “ diyorum. Virginia Woolf’un Mrs. Dalloway romanında, bir kadının, bir sabah , o gün akşam vereceği davet için çiçekleri kendisinin almak istemesiyle evden çıkarken başlayan bir gününü, iç monologların zaman ve mekandan bağımsız  akışı ile anlatırken, düzenli kullandığı tek bir şey vardı :” Big Ben’in yarım saatte bir şehre dağılan sesi”. Anları bir tırmığın ucuyla düzeltir gibi bu sesle tasnif ediyor ve okurun bilincindeki akışa da böyle müdahale ediyordu. Zihin geçmişi bugünü ve geleceği aynı anda, tek bir çizgide düşünmenin hazzını yaşayabilirdi ta ki yelkovan her kıpırdadığında zamanın kırbacını sırtında hissedene dek!

Bununla birlikte, M.C. Anday’ın “Çünkü saatler dardır, her şeyi almaz” mısrasında söylediği gibi  Virginia Woolf  da  romana önce “ Saatler” adını verdiği halde, asıl yaşamını saatlerle ölçülemeyen bilinç dünyasında yaşayan “insan”ı öne çıkarmak için “Mrs . Dalloway” isminde  karar kılmıştı. Bu seçimi, şimdi buradan geçmişe doğru bakarken,  yazarın, kırbacın  insana değerken “ah” a dönüşen sesini, kırbacın kendi şakırtısından daha baskın duyulmasını  istediği izlenimi veriyor.
Kendi ruhunu 52 yaşında İngiliz aristokrasisinin yüksek tabakasından bir kadına ve otuzlu  yaşlarında  memur ve savaştan arta kalan travma ile boğuşan bir adama bölüştürerek iki ayrı karaktere giydiren Woolf, bu iki karakteri romanda aynı şehirde aynı yerlerden geçtikleri, aynı şairden aynı mısraları mırıldandıkları ve benzer sorgulamaları yaşadıkları halde birbirleriyle hiç karşılaştırmazken, bizi eş zamanlı olarak hem Londra sokaklarında hem de içinin çelişkiler, ayrılıklar, zıtlıklarla dolu varoluşsal sancılarında dolaştırmaktadır.

Romanın sonuna doğru, kendisinin bir yarısını temsil eden Septimus Warren Smith ‘a intiharı seçtirerek , kendi provasını yapan Virginia Woolf, Septimus pencereden atlarken zamanın ona karşı  kaldırdığı son kırbacını, davet akşamı, hiç tanımadığı bu gencin ölümüyle tuhaf bir şekilde sarsılan  Mrs Dalloway’a indirerek , yaşayan ve ölen taraflarını tek bir sancıda buluşturmuştur.

İki karakterin bilincini karmaşık bir coğrafyada birbirine paralel iki nehir gibi akıtan Woolf, aynı sudan  yaratılmış olduklarından, kesişebilme ihtimallerinin olduğu noktalara rağmen  ölüm haberine kadar, birbirlerine sıçrayan sudan ürpermeyecek şekilde tasarlamışken, ancak birinin akışının sesi kesildiğinde diğerini onun sessizliğiyle düşündürür. Sadece bilinçler değil Big Ben‘in sesi, hayat ve Regent Parkı Metro Durağı’nın tam karşısında duran yaşlı kadının söylediği şarkı bile bir akış halindedir. Bu  “ yaşı ve cinsiyeti olmayan ses topraktan fışkıran eski bir ırmağın sesi”dir. Bu eski şarkı, “ sonsuz çağların düğümlü köklerine, iskeletlerine, hazinelerine sızıyor” du ve o şarkıyı söyleyen ihtiyar “ on milyon yıl” sonra da orada olacaktı.
Adına çekim dediğimiz o manyetik bağ, evrende her şeyi birbirine yakın ve belli bir düzen içinde tuttuğu gibi, insan ruhu ile içinde bulunduğu an arasında da bir çekim sözkonusuydu.  Yaşamak için içinde bulunduğumuz an’ın da çekim gücüne ve bizi kendi merkezine doğru çekmesine muhtaçtık , bu çekimin koptuğu yerde dağılma ve savrulma başlıyordu. An’ın çekim gücü yeterince olmadığında anılar ve hayaller devreye giriyordu. Ve yazmak işte tam da o dağılma anlarında an’a çekim gücü yükleme çabasından doğuyordu. Şimdiki zamanı sular altında olan Woolf, bilinç akımı tekniğini kullanarak çekiminden hiç kurtulamadığı geçmişi çözümleyerek anlamak ve geleceğe dair evhamlarıyla kurgularında yüzleşmek için iç monologlarda anları ve izlenimleri ön plana çıkararak şimdiki zamanın gücünden yararlanıyordu. Yani , yazar , en az yaşadığı zaman dilimini  yazıyordu ve böylece su üstünde kalıyordu ta ki, yazamama korkusu ve zihnindeki sesler kendi bilincini ele geçirene dek. Geldiği son noktayı Mrs Dalloway’de “ bir tek gün bile yaşamamanın çok tehlikeli olduğunu hissettiğini “ yazarak o yıllardan öngörüyordu.

Virginia da aslında Septimus gibi ölmek istediği için ölümü seçmiyordu. “Hava güneşli ve sıcaktı”. Septimus ölmeden önce pencereden bakarken ve aklının sınırlarının ötesine geçmişken, evleri, ağaçları ve tüm şehri sular altında görüyordu. Anne karnında bir ceninin  gözünden dünyaya bakarmış gibi bir panoramayı anımsatan bu bakış, satırları okurken ölümü tercihinin bir gidiş değil de  bir çekiliş hissi verdiği  duygusunu  hissettirir. Orada insana kendini korunaklı hissettiren o flu görüntü ve su sesi onu dünyadan ayırırken aklının sınırlarının ötesine geçmiş tarafına güven telkin ediyordu. Belki de o anda kendini koruma dürtüsüyle hareket eden bilinçaltı o anda anne karnının güvencesini ona vererek bilincini uyuşturmaktaydı. Aynı şekilde önde gelen Romantiklerden William Wordsworth’ün tabiata dair panteistik yaklaşımından derinden etkilenen Virginia  Woolf,  romandan yıllar sonra ceplerine taşlar doldurarak Ouse Nehri kıyısına geldiğinde de, tabiatın kaynayan yataklarına, rahmine yönelerek muhtemelen  kendini suya aynı hislerle teslim ediyordu.
Dalgalar romanında Woolf,  bu andan sonrasını şöyle özetliyor :
Süpüren ve kayaların en son kıyılarını aklıkla dolduran köpüğüm ben “

Kaç gündür Mrs. Dalloway’i düşünüyorum ve zamanın kırbacı yelkovan, şakırdayarak dönüyor. Zaman zaman yazarın Regent Parkı Metro Durağı’ndan yüzyıllar sonra da orada olacağını vaat ettiği şarkıdan geçiyorum:

ee um fah um so
foo swee too eem to”

“sevgilim bir mayıs günü yanımda yürümüştü, … ve sonra tepeleri ölümün orağı biçti “

Bir şey olmalı diye düşünüyorum. T.S. Eliot öyle demişti East Coker’ın sonunda : “ bitimimdedir benim başlangıcım..” Yazarın bilincindeki akışa kendi bilincimin ceplerinde taşlarla girdiğim bu düşsel yolculuktan, bilinçteki akışı ırmağın akışıyla kesmenin sancısını denediği bu nehirden , bir yaşam kıpırtısıyla çıkmalıydım. O düşünceyle ellerimdeki ıslaklığı ovuştururken Dalgalar romanından kendi sesimin yazarın sesiyle üst üste geldiği bir bölüme rastladım. İlk paragrafı  ödünç alıp kendi adıma okudum:

“Ama, incecik bir düş bu. Kağıttan bir ağaç bu. Her şey daha soluk sanki. Gideceğim şimdi kitaplığa, bir kitap alacağım, okuyacağım, bakacağım; yine okuyacağım, bakacağım. Çiçekler toplayacağım; bir tek demet yapacağım çiçekleri, sımsıkı tutacağım, sunacağım - Ah! Kime?”

Ve sonra elinde çiçeklerle bulvarda yanımdan defalarca geçtiğini düşlediğim Mrs Dalloway’in aynı adlı   kitabını kapatırken yazarın sesini kendi sesimden daha baskın bir şekilde duydum:

“Varlığımın akışını durduran bir şey var; derin bir ırmak bir engeli zorluyor; sarsıyor, çekiyor; merkezdeki bir düğüm direniyor. Ah, üzüntü bu, acı bu. Bayılıyorum, gücüm kesiliyor. Kime vereceğim şimdi, bütün bu benden, benim sıcak, benim her şeyi sızdıran bedenimden dökülenleri? Çiçeklerimi bir araya toplayacağım, sunacağım - Ah! Kime?

Vereceğim, zenginleştireceğim; bu güzelliği yeniden yeryüzüne döndüreceğim. Çiçeklerimi bir tek demette toplayacağım, elimi uzatmış yaklaşarak sunacağım onları - Ah! Kime?”

Bu satırları dinlerken  zamanın kırbacı bir kez daha indi. Ama “Ah!” sesi kırbacın şakırtısından baskındı. Yazarın da istediği buydu.

Hatice Nisan / *Yokuş Yol’a dergisinde yayınlanmıştır