Orada, sokak
lambasının altında yüzü yine akşam sisine dönük, siyah paltosu ve siyah
eldivenleriyle duruyordu. Her günün sonunda
sırtı dönük bu adama “İyi akşamlar Bay
Papini” demek âdetim olmuştu. O akşam,
çantamda dönüşümlü dolaşan kitaplarından hiçbiri yanımda değildi. Kaçan Ayna,
Gog, Düşsel Konçerto. Her birinde algımı
çatlatan yerlerin altını çiziyor, sayfa kenarlarını kıvırıyor, bu çılgın ve kavgacı
söz ustasının, cümlelerimi tutuşturacak bir bakışına denk gelmek için herhangi
bir işaret bekliyordum. O akşam, omuzlarımda irtifa kaybetmiş bir kuşla,
apartmana doğru yöneldiğimde, gölge adam yine orada duruyordu. Bu sefer iyi akşamlar dilemedim. Uykusuz ve yorgundum. Kurumaya başlayan asmanın
dallarına kelimelerimi bağlayıp geçer gibi sessizce yanından geçtim.
Ne zaman uykuya daldığımı hatırlamıyorum, birden
irkilerek uyandım. Önce saate baktım. Yarım saat uyumuştum. Uyumuş ve rüya bile
görmüştüm. Cılız ve tozlu yeşilliklerin, başlarını irili ufaklı
taş diplerinden ürkek ve yılgın çıkardıkları bir düzlükteydim. Birkaç kuru dal
ve otlardan oluşmuş küçük bir yığının başında, kendisine dair hiçbir detay
hatırlamadığım bir adam vardı. Benden bir ayna istediğini hatırlıyorum. Çantamdan
küçük bir seyahat aynası çıkarıp ona uzattım. Adam aynayı güneşe doğru çevirdi
ve bir süre sonra otlar tutuşmaya başladı. Yükselmeye başlayan alev kahverengi
toprakta iddiasız bir biçimde kıvrılıyor, sarıdan maviye, kızıla ve tekrar
maviye dönüyor, bense o küçük aynadan,
pencereden bakar gibi yalımların hareketlerini
izliyordum.
Rüyamı anımsamam tamamlanınca perdeyi aralayıp, sokak lambasının altındaki ketum
gölgeyi aradım. Göremedim. Ufukta çatlayan
kızıllığa bakarken, omzumda kanat doğruluşunu hissettiğim o kuş, usta bir rüya
yorumcusu gibi “kaçan ayna “ diye
fısıldadı. Evet, Papini varlığıyla
varlığım arasındaki kilidi çevirmiş ve sessizce bilmediğim bir yere çekilmişti. Ona doğru yürüyüşüm böyle başlamıştı.
Notlarımı ve kitaplarımı koyduğum çantamı kapatıp
evden çıkarken, Milorad Paviç ‘in Soru
İşareti Hanı'ndan bir cümleyle, kapıyı yumuşakça çekip anahtarı çevirdim:
“Bir düş ancak bir öyküye daha iyi girebilmek için
terk edilir .“
Bir kalabalık arıyordum, bir başlangıç noktası
bulabilmek için kalabalığa ihtiyacım vardı.
Bir pazar akşamı kalabalık olacağını düşünerek o
saatte gidebileceğim en yakın alışveriş merkezine doğru yol aldım.
Yürüyen merdivenler, asansörler ve mağazalar
arasında yürürken insanları inceleyip, uykumu getiren bu parlak ışıkların
altında en iyisinin evime dönüp uyumak olduğunu düşündüğüm sırada, birden
neredeyse kulağımın dibinden gelen bir zil sesiyle arkama baktım. Rengarenk
vagonları çocuklarla dolu olan mini bir tren, merkezin içindeki turlarından birini
tamamlamak üzere üzerime doğru
geliyordu Kendimi ani bir
hareketle kenara çektim. İçindeki çocuklar,
birbirleriyle konuşmadan, bir filme dalmış gibi ışıklı vitrinleri, çantalarla
sağa sola koşturan yetişkinleri, sentetik bitkileri, camlı asansörlerin iniş
çıkışlarını, süs havuzlarındaki su
manevralarını ve market arabalarını
seyrederek geçiyorlardı.
Durduğum yerde trenin gidişini ve tekrar karşıma
çıkmadan önce görebileceğim son kıvrılışını izledim.
O sırada trenden artakalan silik boşluğa doğru bir orkestra kalabalığı yürümeye başladı. Siyah papyonlu
adamlar ve siyah elbiseli kadınlar, bordo kumaş kaplı sandalyeleri altlarına
çekip boşluğu nazikçe selamladılar. Daha sonra görünmeyen orkestra şefinin
ellerine odaklanmış bir şekilde hepsi, anısı enstrümanlarında titreyen eşsiz bir
sevgiliyi yad eder gibi kendilerini vererek çalmaya başladılar. Duyduğum ses alışageldiğim
herhangi bir şarkı değildi. Bu çalan, Fütürist müzisyen
Arthur Honeger’in “Pasifik 231” adlı eserinin 120 mil hızla
giden trene yer verdiği senfonik bölümüydü. Orkestranın hünerli ellerinden yükselen
tren hareketlerinin sesi, köşeden kıvrılan mini trenin bıraktığı boşluğu var
gücüyle dolduruyordu.
Elimin istemsiz bir şekilde Papini’nin Kaçan Ayna
kitabına uzandığını fark ettim.
Zihnimden yola çıkan Pacific 231 adlı tren, buharıyla ortalığı sise boğarak
kitabın içine doğru giriyor ve kitap ellerimde giderek kabarırken, öyküdeki Bay
Adam ve Papini’nin geleceğe dair
yaptıkları konuşmayı gürültüsüyle
bastırarak istasyonda duruyordu. Bir dönemin Romantikleri için, ırmak kenarında
kelimeleri doğa sesleriyle durulayarak şiire dönüştürmek ne ise, o sırada
Honeger gibi, Papini için de bilincin alacakaranlık mağarasında yarasalar gibi
bekleşen trenler de aynı etkiyi yapıyor
olacaktı ki, kendisini “trenlerin sesini çevirmeyi
iyi bilen alçakgönüllü çevirmen” olarak tanımlıyor ve Bay
Adam’a şöyle söylüyordu:
"..hem sonra Bay Adam, yararsız kaçışlardan sonra
duran trenleri, yok edemeyeceği şeyi
örten sisi de çok seviyorum “
Bay Adam,
yakasındaki iki menekşeden birini
koparıp Papini’ye uzatırken, Pacific 231 giderek renkleniyor küçülüyor , öyküdeki kaçan
aynanın içinden geleceğe doğru hız alıyor ,
2014’te bir alışveriş
merkezinin aynalı camından içeriye girerek, bakışlarından sokak ışıltısı çekilmiş
çocukların bindiği, bu küçük kafese dönüşüyordu.
Süpermarket ve teknolojik marketin
ortasına serpiştirilmiş, kafesten arta kalan parçalardan yapılmış gibi duran
birkaç ince şeritli banktan birine oturdum ve defterimi araladım. Uzun süre açık
kalmasına defterin de alıştığı sayfada , yine ıslak sırtını
demir karyolaya yaslamış , uykusu sanki günlerce art arda bölünmüş de kendine kala
kala dilsiz bir uyuşukluk kalmış gibi boşluğa bakan kıvırcık saçlı adam oturuyordu. Bu adam, tüm yaşamını tek bir öykü yazmaya adamış
ve Papini’nin yazdığı öyküyü
beğenmemesine karşılık onunla bir anlaşma yaparak ölmeyi kabul etmiş olan genç adamdı.
Farkında olmadan onun tüm hayatını düşlemiş, doğduğu günden
beri her tür gizli açık düşüncelerini
yazmış, bir düş ya da bir aşk yahut aşağılık bir hesap bile gözünden
kaçmamıştı. Hayatını tüm ayrıntılarıyla öykücüden dinlerken allak bullak olan
Papini, bu korkunç kitap ve yazarından
kurtulmak için öyküyü sıkıcı, tutarsız ve iğrenç bulduğunu söylemiş ve genç
adam sözünü tutarak korkulukları aşıp
kendini ırmağın kabaran sularına bırakmıştı.
Genç adamın atlamadan önceki son cümlesini bir kez
daha okudum:
“Olabildiğince çabuk unutun beni “
Sonsuz bir anımsanma için
yanıp tutuşan bunca roman, öykü
karakterinin çırpınışı arasında, bu genç adamın silinip gitme isteği
bana dokunmuştu. Sık sık onu
hatırlamanın bir yolunu bulmaya çalışıyordum. Sonunda, elinde fındıklarla ırmak kenarında bu
atlayışı seyreden küçük sarışın kızı seçtim. Onun bakışlarını sürekli giyinip
giyinip çıkararak genç adamı huzursuz etmek için elimden geleni yaptım. Bu adamın ölmesini istemiyordum.
Biri bu adama ölü olmadığını söylemeliydi.
Bir adım daha ileriye giderek Umberto Boccioni’nin Eve Giden Yol adlı tablosunu, adamın baktığı
boşluğa özenle yerleştirdim. Çok kısa
bir an için, trenin tekrar çalan ziline başımı çevirip baktığımda genç öykücünün karyolası artık boştu. Ölüme yakın duran her yaralı ruhun,
yaşamı dirilerden daha çok umursaması gibi o da boşluğa sarkıtılan en ufak bir
anlama kayıtsız kalamamış, unutulmanın gri hücresinden çıkarak tüm gücüyle
tablodaki sokakta koşmaya başlamıştı.
Koşarken, ressamın hızı ve hareketi dondurarak çoğalttığı bu tabloda hareketten
daha çok, bir okur olarak benim onu yazıda
diriltme çabam ve yazarın
kendisine intiharı öğütlemesi arasındaki
çelişkide, şaşkınlıkla çoğalıyordu. O koştukça sokak evin içinden geçiyor, masa adamın kollarının altından dolanıyor, sokağın
sesi, gürültüsü, ressamın niyeti, resme
bakanın hayreti, önseziler, kapılardaki
uğurlamalar ve karşılamalar adamı kuşatıyor,
atladığı ırmağın suyu ya da ırmağın teri o koştukça bedeninden
boşalıyor, kendisine ait olmayan bir
annenin evine doğru koşarken, koşmak bir buhara dönüşüyordu.
Sürekli bakışlarını takıp çıkarmamın ritmik
hareketlerinden uykusu gelmiş küçük kız,
bakışlarımın ondan çekilişinden etkilenmeden, hemen unutulmuş bir rüyanın beyaz
düzlüğünde kayıtsızca yürür gibi kitaba doğru yürüdü ve aynı su
kıyısına dönerek ırmağın hiç bölünmemiş , hiç acıkmamış ve ölüm meleğini hiç misafir etmemiş haline, Aden cennetinden doğan ve dünyanın bittiği
yere doğru coşkuyla akan Birkleyn Suyu’na
bakar gibi baktı.
Başımı zil sesine tekrar çevirdiğimde, içinde tek bir çocuk kalmış mini tren kalktığı alana doğru son turunu bitirmek üzere
yol alıyordu. İri gözlü bir çocuk
tanımlayamadığı, ona ait bir şeyden
uzaklaşıyormuş gibi durgun ve
hüzünlüydü. “ Ey yedi yaş! “ dedim “ Ey
yola çıkmanın şaşılası anı!” [1]
Tren işten
dönen yorgun bir adam gibi yatağına uzanırken, çıkış kapısının yanında bir arbede gördüm.
Omzumdaki kuşun acemi bir hareketle kaburga kemiklerime sıkıştığını
hissettim. İşte hep bana yüz
çeviren Papini, çıkış kapısının yanında, güvenlik görevlisine
ait bir sandalyeye oturmuş , tek bir kelime etmeyecek kadar ciddi bir yüzle, orada
bekleşen siyah, şekilsiz karaltılara
kendi benliğini kansız , bıçaksız bölebildiği kadar bölüyor, Boccioni’nin tablosu gibi benliği bölündükçe
çoğalıyor, karakterlerinin her birine
ses, duyuş ve beden giydirirken, açlıktan gözü dönmüş bazıları diğerlerini hırpalayarak , daha fazla cevap,
daha fazla gerçekçilik veya daha fazla düş alabilmek için birbirlerini
eziyorlardı.
O sırada o kargaşadan kızarmış bir yüzle sıyrılan intihar vekilini tanıdım.
Sözlerinin edebiyat olmadığını göstermek
için elini yanan mumun üstünde yanık kokusu gelene kadar tutmuş olan bu çılgın, aynı esrik dille şöyle haykırıyordu:
Kimse ama hiç kimse bana edebiyat demesin!
Ben iştahsız ölülerin açık ağızlarını var gücüyle
doyuran toprağın üzerinde ,
göğe açılmış sivri tırnaklar gibi duran
yaşam dikeninin üzerindeki ellerinizi kanatan o çiçeğim!
O haykırırken yanık kokusuna bulanan diğer
karakterler caddeye çıkıp şehrin ara sokaklarına doğru kayboldular.
Yerimden doğrulup, alışveriş merkezinin boş koridorlarından yüzünü
aynalı camdan karanlık bir düzlük gibi uzanan
şehre doğru çevirmiş olan Papini’
ye doğru yürümeye başladım. Adımlarım ona doğru hızlandıkça giderek eksiliyor
ve silikleşiyordu. Duyularını tuhaf bir hastalıkla yavaş yavaş
kaybeden Papini, duyularımdan da benzer bir uzaklaşmayla çekiliyor olmalıydı.
Karanlık odasında
çektiği tüm resimleri önce şiire batırıp sonra ustalıkla düz yazıya tab
eden bu ruh fotoğrafçısı , Rilke’nin sözünü ettiği gibi yazıyı
öyle derin bir acıyla ve tutkuyla
kavramıştı ki, acının özü görünmez
olarak yeniden ve yeniden diriliyor ve Boccio’nun tablosundaki gibi
çoğalarak , insan bilincinin tüm karanlık odalarının sorularını üstümüze salıyordu.
Yaklaştıkça sesi boğuklaşmaya ama anlattıkları
tanıdık gelmeye başladı:
“Görünsün ya
da görünmesin, başkaları, iç ve dış âlemimizi paylaşırlar. Çaresi yoktur. Tam bir inzivada bile, dağın
ancak zerresi, denizin bir damlası olduğumu dehşetle hissediyorum. Kafama ve
etime ölülerin mirası hakim, düşüncem ölülere ve dirilere borçlu, hareket
tarzım , irademe rağmen , tanımadığım veya hoş gördüğüm varlıkların tesiri
altında …benim meydana getiremediğim bir dille konuşmaya mecburum ve benden
evvel gelmiş olanlar , haberim olmadan bana zevklerini, duygularını ve peşin hükümlerini
kabul ettirmişlerdir…
Kimsenin doğurmadığı, benden başkasının katılmadığı,
mutlak surette benim diyebileceğim, bağımsız ve gizli çekirdek nerede?” [2]
“Dünyanın orta yerinde yalnız olduğumu duyumsuyorum,onulmaz
bir biçimde yalnız,: Evrenin merkezinde tek başına bir can. Gerçekten de…”[3]
Ona gözümü ayırmadan baktım. Kısa bir sessizlik
oldu.
İyice anlaşılmaz olan sesini toparlayıp silikleşen
yüzündeki son bir çaba ile bana dönüp şöyle dedi :
“ Yararsız kaçışlardan sonra duran trenleri, yok
edemeyeceği şeyi örten sisi seviyorum.”
“ Kendisini
aynada gözleri kapalı olarak gördü ve hemen öldü. Gözkapaklarının iki kez oynayışı arasında
ölmüştü, daha doğrusu gözkapaklarındaki öldürücü harfleri ilk kez okuduğu anda
ölmüştü. Aynanın kendisine yansıttıklarına, bir önceki an ve bir sonraki an
içinde göz kırpmıştı. Geçmişin ve geleceğin harfleriyle eş zamanlı öldürülmüş
olarak öldü.” [4]
Kapı açıldı, bir rüzgâr sandalyenin üstünde kalan
paltoyu ve şapkayı hafifçe kımıldattı.
Hatice Nisan / *Yokuş Yol’a dergisinde yayınlanmıştır
[1]
Furuğ Ferruhzad, Senden Sonra Ey Yedi Yaş
[2]
Giovanni Papini, Gog I (Hiçbir Şey Benim Değil)
[3]
Giovanni Papini, Kaçan Ayna (Sen
Kimsin? )
[4]
Milorad Paviç, Hazar Sözlüğü (Hızlı Ayna ve Yavaş Ayna)