Bir üzüm koruğunda genleşiyordu örümcek. Bacaklarında sekiz yolun bilgisi vardı. Ona bakarken yola çıkma düşüncesi ile yolda
olmanın aynı şey olduğunu düşündüm. Sizden önce gitmiş olandan beklediğiniz, ardında size bir yol bırakmasıdır. Bir başkasının sırtıyla
kendi sırtınız arasında istediğiniz; bir tutma ve bırakma bilinci arasında,
gidişin bulanıklığını bırakıp yolu tutma zamanına erişmektir. Gözlerinizden esirgenen kendi kendini
seyredebilme açısını, aynalardan dilenemediğinizde bir başkasının sırtında
kendi sırtınızı düşlersiniz. Benim yolumda, okuduğu kitaplar raflarda çoğaldıkça soru yükü artan ve kamburu büyüyen bir alim vardı. Toprağa doğru eğilen eski bir gökyüzü seyircisiydi. Gözün gökten aldığı ile sırtın gökten aldığı arasında bir devir teslim töreni yapılmıştı.
Ölümü kitaplığının elinden oldu. Ona, tek yaratılmış olmanın
yalıtılmış yalnızlığını unutturan kapılar, pencereler gibi cümlelerin ikamet
ettiği külçeler üzerine
devrildi. Bronşlarında dünyanın nemli soluğu kurudu, dudaklarını çatlattı.
Kağıt kokusu ve toz genzine dağıldı. Sözün neresinde kalmışsa orada,
o tamamlanamayan vurguda sustu.
Bir alıntıda yıldızlanmış bir soru işareti gibi yaşadı ve
değişmez bir yol gerçeği
gibi kendi cildine geri döndü.
Mezarlıklar kendi metinlerini içlerine çeken kitapların rafları gibi dizilmiş, insanın dünyayı ebedi sanmasının üzerine yıkılıyordu. Dünyaya çivi çakmakla
tabutuna çakılan çiviler arasında çekiç seslerinden oluşan bir düello, bir gelgit
insanoğlunun idraki üzerinde çınlıyordu.
Ben o çınlama sesinde insanın okuduklarının başına yıkılmamasının
eyvahlığı ile başına yıkılmasının eyvahlığı arasında bir seçim yapmak üzereydim.
Varlık aynam alimin mezarının karşısında, bir çukur aynada insanın ters düşmüş görüntüsü gibi görünüyordu. Bükülmekten, zamana karşı
bedenin attığı her ilmekten bir kavrayış çıkmadıkça nasıl çıkacaktı ömür denen desen? O
nedenle ölüm çukur bir aynaydı. Baktığında kendini
tersten görürdü insan. Ölüyü
seyreden dirinin çukur
aynasıydı kambur.
Hayat ve ölüm
bir telkindi yalnızca.Telkinler içinde
bir telkin. Sorunun dirilttiğini cevabın öldürdüğü telkinler. Varlık dairesi, hayat ve ölümün eriyip su halkalarına dönüştüğü bir
genleşmeye doğru yöneliyordu.
Bir şifacı, kendi manasının gurbetine
düşmüş biri huzuruna geldiğinde, onu yaşama açmak isterken, gözkapaklarının altında gizlenen kendi mahremiyetine ve
mahrumiyetine çağırıyordu.
“Gözlerini kapat…tüm bedenin gevşek
ve rahat olsun..tüm katılığın ve yorgunluğun başının üzerinden uçup
gitsin…adını unut…hatta bir adın olduğunu dahi unut…isimler önemli değildir...giderek daha hafif ve
rahatsın…daireler çizeceksin
ve içine sayılar yazıp silerek daha derine ineceksin...esirgediğin
ve bağışlamadığın kendine dönüyorsun…”
Toprağa uzandığı ilk gecesinde berzah yolcusunu mezarı başında bekleyen ise, telkinlerinde mevtayı her şeyin apaçık bir yüzleşmeye döndüğü bir şeffaflığa ve uyanışa çağırıyordu.
“ Gözlerini arala…ruhunun çıkmasıyla kaskatı kalan bedenine dön…isimler önemlidir…adını hatırla…kim olduğunu…giderek bedeninin varlığını
ve ağırlığını hisset…defterin açılacak…yazılıp çizilenlerin geçmişinden, bugüne doğru geleceksin…esirgeyen
ve bağışlayana yönel…”
O hayatı boyunca ölüme çoğalan cevaplarla yetişmek için bir kütüphane dizdi. Okudu ve çizdi ve düşündü ve sordu.
Okuduğuyla yaşamı harmanladı. Ortaya başkalarının sofraları çıktı. O sofraların
katığından zamana karşı beslendi. Zamanın bütün raflarındaki ciltlere
ulaşmanın hazzını yaşadı. Rafları ağırlaştıkça boynu inceldi.
Okuduklarını yaşayamadıklarından saydı, yaşadıklarına sardı. Uzun bilgece bir cümleyle biten
bir ömür diledi. Şimdi
altında kaldığı yerden devraldığım, yarım kalmış sözünü kurtarma gayreti.
Anlattığı ve sustuğuyla ölümün mahremiyetine akan, sırrına ve olmuşluğun tüm olmamışlığı içinde kaybettiği o girdaba giren
adamın, kitap hışırtısı ile ölüm
hırıltısı arasında bana bıraktığı bu aralıkta, dünya telkini ne idi ? Onun ölümünü bana açan ve
benden gizleyen alacakaranlığın bilgisini arıyordum.
Nedir mahremiyet? Her okuyana kendi özünü sırlayan apaçık sayfalarda, kendi varlığını kurtaran hikayenin
üstüne düşen yer neresi?
Bir üzüm koruğunda genleşiyordu örümcek. Bacaklarında, örtmenin
ve açmanın kendine özgü o ince örgü bilgisi vardı. Ona bakarken, ağlara düşmenin ve ağlardan
çıkmanın, tekâmül dairesi içinde
aynı genişlikte olduğunu
öğrendim.
Herkesin kendine özel bir mahremiyet tanımı olması,
mahremiyetin kişilerin eylemlerindeki görünmeyenin değişkenliğinde onu gerçek saflığıyla yakalanamaz, kavranılamaz
kılıyordu. Kişilerin gizleme isteklerini mahremiyetle örtmelerinin, benlik saklanması ile
mahremiyetin iki ayrı yöne doğru çatallaşmasını sağlamakla beraber, her nedense
ismi mahremiyet olduğunda kendilerine bir asalet değer ve derece kazandırmasıyla bir çeşit güvene karşılık geldiği düşünülüyordu. Mahremiyette hissedilen güven, saklamanın karanlığında
insanın kendine aydınlık görünen
taraftı. Onun kişiye kendi dünyasında karanlık görünmesi bile mahremiyet hissi altında
onu aydınlık kılıyor böylece
kişi kendi ağrısını mahremiyet güvencesi ile uyuşturuyordu.
Zamanı gelmeyen
şeyler, zamanı çoktan geçmiş
şeyler, yanılgılar, yanlışlar ve tereddütler, sonucundan emin olunamayan
girişimler, açıklık kaldırmayan karşılıklı diller ve niyetler, suça veya cezaya yorulacak eylemler,
mahremiyet başlığı altına gizlendiğinde, makul, bekleme ve
saklama refleksi ile onarılabilir, telafi edilebilir, güçlendirilebilir,
tamamen unutmaya terkedilebilir bir güce eriştiriyordu sahibini. Bunu kendi içsel inancıyla kendisinin tesbit edip seçebilme özgürlüğü, onu yağma hissinden
kurtarıyor, sağlamlığından emin olmadığı kalelerine yığınak yapılmış hissi
veriyordu. Bu noktada mahremiyet düşüncesi mahremiyetin saf anlamı karşısında
tahribe uğrayarak rağbet görüyor, kusurlara hamilik yapıyordu. İnsanın kaldırılamaz
olsun istediği örtüsüne
dair dünyada başka bir perde bulması çok zordu. Öyle ki karşısındakine
şeffaflık hissi veren örtüleri
bile buna dahildi ve ifşa ettikçe örttüğü
şeylerin iç yüzünün gerçek
seyircisi olmak, buna düşkünlüğü saplantı haline getiriyordu. Açtıkça gizlenir olanın sanrısı altında,
mahremiyet şeffaflıkla eşitleniyor ve mahremiyet düşüncesi zihinlerden
silinmedikçe
şeffaflığın ne anlama gelebileceği tartışılır hale geliyordu.
Zihnin örtük taraflarının tuğlaları kırılıp bir ışığa maruz kalmadığı yerler oldukça, şeffaflık gerçekten amacına ulaşıyor muydu, o kısmı da tartışılır hale geliyordu. Herkesin kendine özel bir şeffaflık tanımı var mıydı, yoksa insana açıklık hissi verme hilesinden mi ibaretti şeffaflık? Bu da düşünülür hale gelmişti. Cevap şeklinde duran her şey şeffaflık anlamına mı geliyordu, yeni soruların mahrem oluşumlarının mı hammaddesiydi, bunu bilmek zordu.
Cevaba benzeyen açıklık ve soruya benzeyen örtüklük arasında insanın gerçek bilme hevesine karşılık gelen anlam hangi saftaydı? Gizlediği mi açık ettiği mi daha güvendeydi? Gizliye yönelen merak mı daha tehditkârdı, açık olandan bezdirilmiş dikkat mi daha güvenliydi, oturup yeniden düşünmek gerekiyordu belki. İnsanın korumak istediği kendisine apaçık olan değil miydi ve kendine apaçık olması mı esas tehditti? Apaçık olanın kaybedilmesi korkusu bir çeşit güven arayışına mı itiyordu insanı? İnsan en büyük tehdit olarak kendine olan apaçıklıktan mı korkuyordu, şeffaflığın cesaret isteyen tarafı bu muydu? O zaman neden belli bir dozu aşan şeffaflık budalalık ve tüm kapıları açık tutmak olarak görünüyordu? Cesaret geçici bir alkışlama hissi verirken o alkışlardan sonra cesaretin ömrü ve devamlılık zorunluluğu üzerine derin bir sessizlik mi bekliyordu cesur insanı?
Her an korkmadığını ispatlamak üzerinden bir sergi, izleyeni coştururken tuhaf bir kınamayı da beraberinde getiriyor olabilir miydi? Dünya belli bir yere kadar cesareti alkışladıktan sonra herkesin sırt üstü serildiğini bilen geniş zaman gözlüklü seyircilerle mi doluydu? Akıbetin ağır sessizliğini mi armağan ediyorlardı alkışlarken? Gizlediklerinin sesini bastırmak ve kendi güvenli yatırımlarının sıcaklığını hissetmek için delilik gösteren, bu dünya için fazlasıyla iradesi açık insanlara taltifte bulunuyorlardı. Cesaret şeffaf mıydı, cesaretin bir mahremiyeti var mıydı, yoksa seyri tüketildikten sonra aşağılamaya maruz bırakılan bir ikinci el gösteri miydi dünya insanı için? Kendisinden taşanı saklama cesareti, kimsenin görmediği o gizli cesaretin heyecanı korkaklık olarak mı yansıyordu? Korkaklık, kendi içinde verilen cesur bir savaşın kılıfı mıydı; geri çekilerek, üzerine gelenin açlığını başka yöne mi çeviriyordu?
Mahremiyet şeffaflık korku ve cesaret bir rüzgargülü gibi insanın iradesi ve zaafları üzerinde dönerken, insan yönünü tayin etmek için hangi itici gücü baz alıyordu?
Zihnin örtük taraflarının tuğlaları kırılıp bir ışığa maruz kalmadığı yerler oldukça, şeffaflık gerçekten amacına ulaşıyor muydu, o kısmı da tartışılır hale geliyordu. Herkesin kendine özel bir şeffaflık tanımı var mıydı, yoksa insana açıklık hissi verme hilesinden mi ibaretti şeffaflık? Bu da düşünülür hale gelmişti. Cevap şeklinde duran her şey şeffaflık anlamına mı geliyordu, yeni soruların mahrem oluşumlarının mı hammaddesiydi, bunu bilmek zordu.
Cevaba benzeyen açıklık ve soruya benzeyen örtüklük arasında insanın gerçek bilme hevesine karşılık gelen anlam hangi saftaydı? Gizlediği mi açık ettiği mi daha güvendeydi? Gizliye yönelen merak mı daha tehditkârdı, açık olandan bezdirilmiş dikkat mi daha güvenliydi, oturup yeniden düşünmek gerekiyordu belki. İnsanın korumak istediği kendisine apaçık olan değil miydi ve kendine apaçık olması mı esas tehditti? Apaçık olanın kaybedilmesi korkusu bir çeşit güven arayışına mı itiyordu insanı? İnsan en büyük tehdit olarak kendine olan apaçıklıktan mı korkuyordu, şeffaflığın cesaret isteyen tarafı bu muydu? O zaman neden belli bir dozu aşan şeffaflık budalalık ve tüm kapıları açık tutmak olarak görünüyordu? Cesaret geçici bir alkışlama hissi verirken o alkışlardan sonra cesaretin ömrü ve devamlılık zorunluluğu üzerine derin bir sessizlik mi bekliyordu cesur insanı?
Her an korkmadığını ispatlamak üzerinden bir sergi, izleyeni coştururken tuhaf bir kınamayı da beraberinde getiriyor olabilir miydi? Dünya belli bir yere kadar cesareti alkışladıktan sonra herkesin sırt üstü serildiğini bilen geniş zaman gözlüklü seyircilerle mi doluydu? Akıbetin ağır sessizliğini mi armağan ediyorlardı alkışlarken? Gizlediklerinin sesini bastırmak ve kendi güvenli yatırımlarının sıcaklığını hissetmek için delilik gösteren, bu dünya için fazlasıyla iradesi açık insanlara taltifte bulunuyorlardı. Cesaret şeffaf mıydı, cesaretin bir mahremiyeti var mıydı, yoksa seyri tüketildikten sonra aşağılamaya maruz bırakılan bir ikinci el gösteri miydi dünya insanı için? Kendisinden taşanı saklama cesareti, kimsenin görmediği o gizli cesaretin heyecanı korkaklık olarak mı yansıyordu? Korkaklık, kendi içinde verilen cesur bir savaşın kılıfı mıydı; geri çekilerek, üzerine gelenin açlığını başka yöne mi çeviriyordu?
Mahremiyet şeffaflık korku ve cesaret bir rüzgargülü gibi insanın iradesi ve zaafları üzerinde dönerken, insan yönünü tayin etmek için hangi itici gücü baz alıyordu?
Bunu arıyorduk dünyada. Ölüm ise mutlaklığın şeffaflığında kendi mahremiyetine kayıtsız şartsız sahip çıkıyordu. Diyebilirim ki, ölümün bir mahremiyet bilinci olduğunu ima ederek merakı tahrik etmeye ihtiyacı yoktu. Tahrik gerçeğin kendisindendi.
Bir büyük anlam, sorudan da cevaptan da büyük bir anlam,
kitaplıkların altından,
demirlerin, duvarların, molozların arasından bize derin bir soluk üfleyen büyük anlam, soru işaretlerini sırtlarda
büyüten, kitaplığın altında
can verenlere can verme gayretinde olan bir büyük anlam, raflarda
biriktirenlerde değil azaltanlarda idi. Raftan aldığını yaşamın ve ölümün güvercinlerine darı gibi cömertçe serpen, kendi bekleyişini bir güvercin
ve bir örümceğe, bir mavi göğe, bir
gölgeli ağa teslim
edenlerde, bir kanat ve ağ hafifliğinde
varlığını seyreltenlerde idi. Kitaplığımdan bir kitap aldım, yolu tutma
zamanımı, biriktirdiklerini bir ölüm
sayacına dönüştürenlerin tam tersi yönde bir telkine kurdum. Zembereği
nefessizlik anında bellekte titresin. Hafifliğe inanç, saplanmaya reddiye.
Sır vermeyen sır, dünyada
yoktur.
Hatice
Nisan
*yokuş yol'a dergisinde yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder