9 Haziran 2020 Salı

Kitaplığının Altında Kalanlar İçin Bir Kurtarma Gayreti



Bir üzüm koruğunda genleşiyordu örümcek. Bacaklarında sekiz yolun bilgisi vardı.  Ona bakarken yola çıkma düşüncesi ile yolda olmanın aynı şey olduğunu düşündüm. Sizden önce gitmiş olandan beklediğiniz, ardında size bir yol bırakmasıdır. Bir başkasının sırtıyla kendi sırtınız arasında istediğiniz;  bir tutma ve bırakma bilinci arasında, gidişin bulanıklığını bırakıp yolu tutma zamanına erişmektir. Gözlerinizden esirgenen kendi kendini seyredebilme açısını, aynalardan dilenemediğinizde bir başkasının sırtında kendi sırtınızı düşlersiniz. Benim yolumda, okuduğu kitaplar raflarda çoğaldıkça soru yükü artan ve  kamburu büyüyen bir alim vardı. Toprağa doğru eğilen eski bir gökyüzü seyircisiydi. Gözün gökten aldığı ile sırtın gökten aldığı arasında bir devir teslim töreni yapılmıştı.

Ölümü kitaplığının elinden oldu. Ona, tek yaratılmış olmanın yalıtılmış yalnızlığını unutturan kapılar, pencereler gibi cümlelerin ikamet ettiği külçeler üzerine devrildi. Bronşlarında dünyanın nemli soluğu kurudu, dudaklarını çatlattı. Kağıt kokusu ve toz genzine dağıldı. Sözün neresinde kalmışsa orada,  o tamamlanamayan vurguda sustu.

Bir alıntıda yıldızlanmış bir soru işareti gibi yaşadı ve değişmez bir yol gerçeği gibi  kendi cildine geri döndü.  Mezarlıklar kendi metinlerini içlerine çeken  kitapların rafları gibi dizilmiş,  insanın dünyayı ebedi sanmasının üzerine yıkılıyordu. Dünyaya çivi çakmakla tabutuna çakılan çiviler arasında çekiç seslerinden oluşan bir düello, bir gelgit insanoğlunun idraki üzerinde çınlıyordu.

Ben o çınlama sesinde insanın okuduklarının başına yıkılmamasının eyvahlığı ile başına yıkılmasının eyvahlığı arasında bir seçim yapmak üzereydim.

Varlık aynam alimin mezarının karşısında, bir çukur aynada insanın  ters düşmüş görüntüsü gibi  görünüyordu. Bükülmekten, zamana karşı bedenin attığı her ilmekten bir kavrayış çıkmadıkça nasıl çıkacaktı ömür denen desen? O nedenle ölüm çukur bir aynaydı. Baktığında kendini tersten görürdü insan. Ölüyü seyreden dirinin çukur aynasıydı kambur.
Hayat ve ölüm bir telkindi yalnızca.Telkinler içinde bir telkin. Sorunun dirilttiğini cevabın öldürdüğü telkinler. Varlık dairesi, hayat ve ölümün eriyip  su halkalarına dönüştüğü bir genleşmeye doğru yöneliyordu. Bir şifacı,  kendi manasının gurbetine düşmüş biri huzuruna geldiğinde, onu yaşama açmak  isterken, gözkapaklarının altında gizlenen kendi mahremiyetine ve mahrumiyetine  çağırıyordu.

Gözlerini kapat…tüm bedenin gevşek ve rahat olsun..tüm katılığın ve yorgunluğun başının üzerinden uçup gitsin…adını unut…hatta bir adın olduğunu dahi unut…isimler önemli değildir...giderek daha hafif ve rahatsın…daireler çizeceksin ve içine sayılar yazıp silerek daha derine ineceksin...esirgediğin ve bağışlamadığın kendine dönüyorsun…”
Toprağa uzandığı ilk gecesinde  berzah yolcusunu mezarı başında bekleyen ise,  telkinlerinde mevtayı her şeyin apaçık bir yüzleşmeye döndüğü bir şeffaflığa  ve uyanışa çağırıyordu.

 Gözlerini arala…ruhunun çıkmasıyla kaskatı kalan bedenine dön…isimler önemlidir…adını hatırla…kim olduğunu…giderek bedeninin varlığını ve ağırlığını hisset…defterin açılacak…yazılıp çizilenlerin geçmişinden, bugüne doğru geleceksin…esirgeyen ve bağışlayana yönel…”

O  hayatı boyunca ölüme çoğalan cevaplarla yetişmek için bir kütüphane dizdi. Okudu ve çizdi ve düşündü ve sordu. Okuduğuyla yaşamı harmanladı. Ortaya başkalarının sofraları çıktı. O sofraların katığından zamana karşı beslendi. Zamanın bütün raflarındaki ciltlere ulaşmanın hazzını yaşadı. Rafları ağırlaştıkça boynu inceldi. Okuduklarını yaşayamadıklarından saydı, yaşadıklarına sardı. Uzun bilgece bir cümleyle biten bir ömür diledi. Şimdi altında kaldığı yerden devraldığım, yarım kalmış sözünü  kurtarma gayreti.
Anlattığı ve sustuğuyla ölümün mahremiyetine akan, sırrına ve olmuşluğun tüm olmamışlığı içinde kaybettiği o girdaba giren adamın, kitap hışırtısı ile ölüm hırıltısı arasında bana bıraktığı bu aralıkta, dünya telkini ne idi ? Onun ölümünü bana açan ve  benden gizleyen alacakaranlığın bilgisini arıyordum. Nedir mahremiyet? Her okuyana kendi özünü sırlayan apaçık sayfalarda, kendi varlığını kurtaran hikayenin üstüne düşen yer neresi?
Bir üzüm koruğunda genleşiyordu örümcek. Bacaklarında, örtmenin ve açmanın kendine özgü o ince örgü bilgisi vardı. Ona bakarken, ağlara düşmenin ve ağlardan çıkmanın, tekâmül dairesi içinde aynı genişlikte olduğunu öğrendim.

Herkesin kendine özel bir mahremiyet tanımı olması, mahremiyetin kişilerin eylemlerindeki görünmeyenin değişkenliğinde onu gerçek saflığıyla yakalanamaz, kavranılamaz kılıyordu. Kişilerin gizleme isteklerini mahremiyetle örtmelerinin, benlik saklanması ile mahremiyetin iki ayrı yöne doğru çatallaşmasını sağlamakla beraber, her nedense ismi mahremiyet olduğunda kendilerine  bir asalet değer ve derece kazandırmasıyla bir çit güvene karşılık geldiği düşünülüyordu. Mahremiyette hissedilen güven, saklamanın karanlığında insanın kendine aydınlık görünen taraftı. Onun kişiye kendi dünyasında karanlık görünmesi bile mahremiyet hissi altında onu aydınlık kılıyor böylece kişi kendi ağrısını mahremiyet güvencesi ile uyuşturuyordu.

Zamanı gelmeyen şeyler, zamanı çoktan geçmiş şeyler, yanılgılar, yanlışlar ve tereddütler, sonucundan emin olunamayan girişimler, açıklık kaldırmayan karşılıklı diller ve niyetler, suça veya cezaya yorulacak eylemler, mahremiyet başlığı altına gizlendiğinde, makul, bekleme ve saklama refleksi ile onarılabilir, telafi edilebilir, güçlendirilebilir, tamamen unutmaya terkedilebilir bir güce eriştiriyordu sahibini. Bunu kendi içsel inancıyla kendisinin tesbit edip seçebilme özgürlüğü, onu yağma hissinden kurtarıyor, sağlamlığından emin olmadığı kalelerine yığınak yapılmış hissi veriyordu. Bu noktada mahremiyet düşüncesi mahremiyetin saf anlamı karşısında tahribe uğrayarak rağbet görüyor, kusurlara hamilik yapıyordu. İnsanın kaldırılamaz olsun istediği örtüsüne dair dünyada başka bir perde bulması çok zordu. Öyle ki karşısındakine şeffaflık hissi veren örtüleri bile buna dahildi ve ifşa ettikçe örttüğü şeylerin iç yüzünün gerçek seyircisi olmak, buna düşkünlüğü saplantı haline getiriyordu. Açtıkça gizlenir olanın sanrısı altında, mahremiyet şeffaflıkla eşitleniyor ve mahremiyet düşüncesi zihinlerden silinmedikçe şeffaflığın ne anlama gelebileceği tartışılır hale geliyordu.

Zihnin örtük taraflarının tuğlaları kırılıp bir ışığa maruz kalmadığı yerler oldukça, şeffaflık gerçekten amacına ulaşıyor muydu,  o kısmı da tartışılır hale geliyordu. Herkesin kendine özel bir şeffaflık tanımı var mıydı, yoksa insana açıklık hissi verme hilesinden mi ibaretti şeffaflık?  Bu da düşünülür hale gelmişti. Cevap şeklinde duran her şey şeffaflık anlamına mı geliyordu, yeni soruların mahrem oluşumlarının mı hammaddesiydi,  bunu bilmek zordu.

Cevaba benzeyen açıklık ve soruya benzeyen örtüklük arasında insanın gerçek bilme hevesine karşılık gelen anlam hangi saftaydı? Gizlediği mi açık ettiği mi daha güvendeydi? Gizliye yönelen merak mı daha tehditkârdı, açık olandan bezdirilmiş dikkat mi daha güvenliydi, oturup yeniden düşünmek gerekiyordu belki. İnsanın korumak istediği kendisine apaçık olan değil miydi ve kendine apaçık olması mı esas tehditti? Apaçık olanın kaybedilmesi korkusu bir çit güven arayışına mı itiyordu insanı? İnsan en büyük tehdit olarak kendine olan apaçıklıktan mı korkuyordu, şeffaflığın cesaret isteyen tarafı bu muydu? O zaman neden belli bir dozu aşan şeffaflık budalalık ve tüm kapıları açık tutmak olarak görünüyordu? Cesaret geçici bir alkışlama hissi verirken o alkışlardan sonra cesaretin ömrü ve devamlılık zorunluluğu üzerine derin bir sessizlik mi bekliyordu cesur insanı?
Her an korkmadığını ispatlamak üzerinden bir sergi, izleyeni coştururken tuhaf bir kınamayı da beraberinde getiriyor olabilir miydi? Dünya belli bir yere kadar cesareti alkışladıktan sonra herkesin sırt üstü serildiğini bilen geniş zaman gözlüklü seyircilerle mi doluydu? Akıbetin ağır sessizliğini mi armağan ediyorlardı alkışlarken? Gizlediklerinin sesini bastırmak ve kendi güvenli yatırımlarının sıcaklığını hissetmek için delilik gösteren, bu dünya için fazlasıyla iradesi açık insanlara taltifte bulunuyorlardı. Cesaret şeffaf mıydı, cesaretin bir mahremiyeti var mıydı, yoksa seyri tüketildikten sonra aşağılamaya maruz bırakılan bir ikinci el gösteri miydi dünya insanı için? Kendisinden taşanı saklama cesareti, kimsenin görmediği o gizli cesaretin heyecanı korkaklık olarak mı yansıyordu? Korkaklık, kendi içinde verilen cesur bir savaşın kılıfı mıydı; geri çekilerek, üzerine gelenin açlığını başka yöne mi çeviriyordu?

Mahremiyet şeffaflık korku ve cesaret bir rüzgargülü gibi insanın iradesi ve zaafları üzerinde dönerken, insan yönünü tayin etmek için hangi itici gücü baz alıyordu?

Bunu arıyorduk dünyada. Ölüm ise mutlaklığın şeffaflığında kendi mahremiyetine kayıtsız şartsız sahip çıkıyordu. Diyebilirim ki, ölümün bir mahremiyet bilinci olduğunu ima ederek merakı tahrik etmeye ihtiyacı yoktu. Tahrik gerçeğin kendisindendi.
Bir büyük anlam, sorudan da cevaptan da büyük bir anlam, kitaplıkların altından, demirlerin, duvarların, molozların arasından bize derin bir soluk üfleyen  büyük anlam, soru işaretlerini sırtlarda büyüten, kitaplığın altında can verenlere can verme gayretinde olan bir büyük anlam, raflarda biriktirenlerde değil azaltanlarda idi. Raftan aldığını yaşamın ve ölümün  güvercinlerine  darı gibi cömertçe  serpen, kendi bekleyişini bir güvercin ve  bir örümceğe, bir mavi göğe,  bir gölgeli ağa teslim edenlerde,  bir kanat ve ağ hafifliğinde varlığını seyreltenlerde idi. Kitaplığımdan bir kitap aldım, yolu tutma zamanımı, biriktirdiklerini bir ölüm sayacına dönüştürenlerin tam tersi yönde bir telkine kurdum. Zembereği nefessizlik anında bellekte titresin. Hafifliğe inanç, saplanmaya reddiye.
Sır vermeyen sır, dünyada yoktur.
                                                                                               
                                                                          Hatice Nisan
*yokuş yol'a dergisinde yayınlanmıştır.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder