Milorad , kendi dilinde "sevilen "
anlamına geliyor. Nobel Edebiyat Ödülüne birkaç kere aday gösterilen Sırp
yazar , Paris Match'e göre " 21.yüzyılın şüphesiz ilk yazarı". Sunday
Times 'a göre , Milorad Pavic , Borges, Nabokov, Singer, Calvino ve Eco ile birlikte
yüzyılımızın edebiyat hazinelerini oluşturuyorlar. Pavic,
romanlarını herhangi birinin bir heykeli etraflıca seyreder gibi
okuyabileceği şekilde inşa edebilen bir yazar. Birlikte sohbet ederek üç
gün geçirdik. Burada sohbetimizden kesitler okuyacaksınız.
İlk Buluşma
Belgrad. Hava kararıyor, çok fazla trafik yok. Adres sorarken hâlâ açık bir çiçekçi bulup çiçek alıyoruz. Taksi bizi Brace Baruh caddesi, 2 numarada bırakıyor. Eski bir bina . Dış kapı yarı açık. Giriyoruz. Sağ tarafta posta kutuları var. Sonuncusu dışında hepsi aynı boyda. Sonuncusu hemen hemen diğer bütün posta kutularının toplamı kadar büyük. Milorad Pavic yazısını ilk bu dev posta kutusunun üzerinde görüyorum.
Pavic, lacivert bir
takım elbise içinde ve kravatlı.Bizi yüksek tavanlı bir oturma odasına alıyor.
Odada beyaz koltuklar ve duvarlarda Paris'te yaşayan ressam oğlu Ivan'ın
tabloları var. " Bizim düşlediğimiz şekilde düşünen " yazar Pavic,
bize içecek ikram ediyor ve bizi muhteşem kurabiyelerin tadına bakmaya
ikna ediyor. Eşi Bayan Pavic ile tanışıyoruz. El sıkışıyoruz. Biz Çince
ve Norveççe dışında her dile çevrilen kitaplarının basımlarına bakarken Pavic
kendi kendine konuşuyor ." Ülkemde olumlu eleştiri almak çok
zor olduğu için ben de bir eleştirmenle evlendim!" Hepimiz gülüyoruz.
Yeni bir sinema açılışı
için evden ayrılıyoruz. Bize çocukluğunun geçtiği iki katlı , bahçeli arka
bahçesinde ağaçlar olan evi gösteriyor. Her zaman kendi dünyasında gibi
görünüyor. Küçük bir defteri var ve aklına gelenleri hemen not
ediyor. "Her zaman yaklaşık yüzde elli yüzde elli gibi "
diye mırıldanıyor , "etrafınızdaki muazzam dünyadan bir parça
güzellik yakaladığınız her an , başka bir parça güzellik bir daha asla
dokunulamayacak şekilde Tuna'nın mavi sularına gömülüyor."
İlk buluşmamız Metropol
Otel'in önünde bir el sıkışmayla bitiyor. Bir sonraki buluşmamızı ertesi
gün saat onda dairesinde yapmak üzere planlıyoruz.
İkinci Buluşma
Thanassis Lallas :
Sizi dün dikkatlice gözlemledim. Tepkileriniz çocuk gibi. Yaşayan en önemli
Sırp yazar izlenimi vermiyorsunuz.
Milorad Pavic : İşin
aslı bu hissetme şeklim. Dünyayı ilk gördüğüm gibi görmeye çalışıyorum.
Yazmaya ve yaşamaya devam etmek için yazdığım bütün kitapları unutmaya
çalışıyorum.
TL: Yazdığınız kitaplar
sizi yeniden yazmaktan alıkoyuyor mu?
MP: Yazdığınız kitapları unutamazsanız yenilerini yazamazsınız , çünkü her yeni kitap en başa dönmek gibidir.
TL: Başlangıç ve son bir
romancı için en büyük sıkıntı olmalı.
MP: Romanlarımın
başlangıç ve sonlarını tahrip etmek için elimden gelenin en iyisini yapmaya
çalıştım. Örneğin, Rüzgarın Tersi , iki başlangıçtan oluşuyor. İstediğiniz
kısımdan okumaya başlıyorsunuz. Hazar Sözlüğü'nde , hangi hikayeden
isterseniz oradan başlayabilirsiniz. Ama yazarken tabi, her girişin kitaptaki
her girişten önce veya sonra okunabileceğini hesaba katarak yazmalısınız. En
azından şuana kadar, klasik bir başlangıç ve klasik bir sondan oluşan
eski okuma şeklinden , eserlerimi sakındırmaya çalıştım.
TL: Birden fazla
başlangıç ve son olduğunda klasik başlangıç ve son kavramını baskılamış
oluyor muyuz?
MP: Tamamen baskılamasak
da , onları özgür bırakmış oluyoruz ve onlarla birlikte kendimizi de.
TL: Her başlangıç
için sadece bir son olduğuna mı inanıyorsunuz?
MP: Hayır, bu doğru
değil.
TL: Yine de, doğumla
başlayan her şey ölümle sonlanıyor.
MP: Kesinlikle. Ama
hayatım boyunca bu tek yönden sakınmaya çalıştım. En azından
romanlarımda olabildiğince bundan kaçınmaya çalıştım.
TL: Fantezi, hayatın
"gerçeklerine" karşı kullanılan bir silah mıdır ?
MP: Gerçek ve düşsel
dünya arasında keskin sınırlar yoktur. Özgür bir adam bu iki dünya arasındaki
sınırları baskılar. Bir yazarın sahip olabileceği en önemli kabiliyet gerçeğin
ve fantezinin aynı ve tek bir dünya gibi yansıdığı bir noktaya erişmektir.
Sonra her şey olması gerektiği gibi gelişiyor.
TL: Size göre, kişinin
kendi en iyisine ulaşmasındaki gerçek nedir?
MP: Korku.
Korkularınız en üst düzeye çıktığında en iyisini yaparsınız.
Korkularımıza yaklaştıkça , en iyimize de yaklaşırız. Korku bizi gerçek bir
taşkınlığa yönlendirir. Gerçeği bulmak için korkuya böyle bir
meydan okuma çok kıymetlidir.
TL: Yani, korkunun bizi
yaratıcılığa yönelttiğini söylüyorsunuz?
MP: Kesinlikle. Sadece
korku. Korku bize rehberlik eder.
TL: Size hükmeden
korkularınız var mı?
MP: Bir çok türden korku
bana hakim oldu. Onları hayatım boyunca kutsal bir haç gibi taşıdım.
Korku, bir yazarın en sadık dostudur. Hala çocukluğumdaki kadar yoğun korku
hissediyorum. Korkum hiç yaşlanmayacak. Çocukken yalnızlıktan çok korkardım.
Gece yarısı evin boş olmasından korkardım. Büyüdüğüm evin - size dün
gösterdim, arka bahçesinden korkardım, özellikle de ışıklar kapanınca.
TL: Açıkcası
korkularınız evin içinde etrafında yoğunlaşmış görünüyor.
MP: Belki bu,
romanlarımı niçin bir ev yapar gibi inşa etmeye çalıştığımı açıklar. Belki
sürekli var olan ve üstesinden gelmeye çalıştığım, bu boş ev korkusu
yüzünden romanlarımı bir ev gibi inşa etmeye çalıştım . Rüzgarın Tersi
romanımın iki girişi ve bir iç bahçesi var mesela. Hazar sözlüğü, insanları
birçok giriş ve çıkışıyla şok eden devasa bir ev. Her yerde kapılar var.
Eve girişleriniz veya evden çıkışlarınız arzularınıza bağlı.
TL: Babanız ne iş
yapardı?
MP: Tuhaf gelecek ama o
da evler inşa ederdi. Gerçek evler. Bundan hoşlanmazdım. Bir heykeltraş ya da
ressam olmasını tercih ederdim. Boş zamanlarında heykel ya da resim yapardı.
TL: Neden heykeltraş
olmadı?
MP: İki dünya savaşı
arasındaki zamandı. En çok kâr getiren şeyi yapma zamanları. Evler yaparak ,
resim ya da heykel yapmaktan daha çok kâr elde edebilirdiniz. Ama bu
alanda hiç başarılı değildi. En iyi olduğu alan heykeltraşlıktı.
TL: Bütün gün binalarda
çalıştıktan sonra eve gelince de heykel yapmak nasıl mümkün olabiliyordu?
MP: Babam binlerce şeyi
aynı anda yapabilecek kapasiteye sahipti. Korku demiştim. Belki o benden daha
çok korkuyordu.
TL: Hayatınızda sizi
etkileyen insanlar var mı?
MP: Atalarım.
TL: Neyi
kastediyorsunuz?
MP: Babamın ailesinden
bahsediyorum. Son ikiyüz yıldır ailemin bir çok üyesi yazardı. İlk Paviç,
18.yüzyılda bir şiir derlemesi yayımlamış. Latince de biliyordu ve kitaplarını
hem latince hem anadilde yayımlatmış. Her kuşakta en az bir tane yazar olan Pavic
bulabilirsiniz.
TL: İlk hayran olduğunuz
yazarı hatırlıyor musunuz? " Onun gibi olacağım" dediğiniz oldu
mu?
MP: Evet. Amcam
Nikola Pavic. Kendisi şairdi. İlk yazarlarımı okuyarak öğrenmedim.
Başka insanlar konuşurken dinleyerek öğrendim. Aslında, İki şeye
dayanıyor: Sırp sözlü edebiyatı ( popüler şarkılar, deyimler) ve kilise
vaazları ve Bizans kültür, geleneğine. Her ikisinde de sözlü olması
önemliydi.
TL: Bu sözlü gelenek
yazma şeklinizde nasıl etkili oldu?
MP: Bir ifade önce
kulağa hoş gelmeli. Kulağa hoş geldiğinde otomatik olarak iyi bir
cümledir. Benim edebiyatı düşünme şeklim gibi düşünen kimsenin
zihninde okur değil dinleyici vardır.
TL: Kişiyi yaptığı her
ne olursa olsun , yaptığı işte özel kılan nedir?
MP: Başlamakta
ısrar etmek. Bende şans da yardım etti. Bir süre kendi ülkemde siyasi
nedenlerle yazdıklarımı basamadım. Yazma aşkım ve arzuma rağmen yazmayı
bırakabilirdim. Yapmadım. Edebiyatla bir öğretmen olarak da meşgul oldum.
Edebiyat hakkında yazarak , daha da acılaşmaktan kaçınıyordum. Hayatımda çok
geç olsa bile , sonunda roman yayınlamaya başladım. Bu olmasaydı bugün bir
keman virtiözü olabilirdim.
TL: Neden özellikle
keman?
MP: Keman eğitimimi
tamamlamıştım ama daha fazlasını yapmadım.
TL: Kitap yayımlatmaya
ne zaman başladınız?
MP: Maalesef
1967'ye kadar ülkemde uygun koşulların oluşmasını beklemek zorunda
kaldım. 38 yaşındaydım. O nedenle bir edebi başlangıç olmadı, bugün neysem o
günde oydum. Ama bazen şans sizi her zaman kuyruğun bir ineği takip ettiği gibi
izleyen birşey değil. İşin aslı, yaşayan yazarlar arasında en kötü konuma
sahibim. Dünyada en çok nefret edilen milletin en çok bilinen yazarıyım.
TL: Sırp milleti için ne
söyleyebilirsiniz?
MP: Hafızadan yoksun bir
millet. Asla affetmiyor ama çabucak unutuyorlar. İyi savaşçılar ama en
kötü diplomatlar. Savaşlar kazanıyor çatışmalarda kaybediyorlar.
İndirgemeci bir anlayıştan çekiyorlar; Sürekli kim vatansever kim değil bunu
hesap ediyorlar. Vurgu hep "olumsuz" üzerinde. Zihinlerinde hep
düşmanları var dostlarını çok önemsemiyorlar. Yetenekliler. Bu milletten
Tesla, Pupin, Mileva Einstein, Ivo Andric, Charles Simic, Danilo Ki, Vasko
Popa, Vlada Divac ve Duan Kova..Evic, Kusturica'nın filmindeki muhteşem metin
yazarı, gibi isimler de çıkmıştır.
TL: Büyük bir yazar
doğar mı yoksa sonradan mı olur?
MP: Bir yazar olarak ,
200 yıl önce doğdum ben. Avrupa'nın en büyük kütüphanelerinde
atalarım tarafından yazılmış kitaplar bulabilirsiniz. Her yazmaya başladığımda
beni destekleyen atalarımdı. Eski dili kullanarak şiirler de yazdım, beni
anlayabilirlerdi.
TL: Kitaplarınızı
okuyabilselerdi sizce ne düşünürlerdi?
MP: Sanırım kafaları çok
karışırdı.
TL: Yazar genel olarak
ne yapar? Dünyanın karmaşasına bir düzen getirir mi?
MP: Etrafınızı
saran kaosa bir düzen getiren şeyi sanat eseri olarak adlandırıp
adlandıramayacağınızdan emin değilim. Tanrı'nın işi olarak düşündüğüm şeylere
bir düzen getirmeyi hiç istemedim. İşin aslı, bu kaosu kitaplarımla ifade etmek
istedim. Başka bir şey değil. Bana bu kadarı yeter.
TL: Bu kaosu ifade
ederek Tanrı'yı yüzeye çıkardığınızı düşünüyor musunuz?
MP: Kaosu saklamamak
Tanrı'ya yaklaşmanın bir yolu.
TL: Tanrı'ya düşler
yoluyla ulaştığımızı düşünmüştüm.
MP: Düşler de devasa bir
karmaşa. Katılıyorum. Bununla birlikte, bir kitabımda söylediğim gibi "
Tanrı her düşün en derininde vardır." Düşlerin en derinine indiğimizde
, ölümü orada görebileceğimiz izlenimi var bende. Uyanınca da, ne
gördüğümüzü unutuyoruz.
TL: Hiç bir romanı
bitirmeden bırakmayı düşündünüz mü?
MP: Roman yazarken her
yazarın iki kriz anı vardır. İlki çok çabuk gelir. Yazar için romanını
ilgilendiren her şey zihnindedir ama henüz kağıda
dökülmemiştir. O anda siz romandan hızlısınızdır. Roman durağandır ve onu
ileriye doğru itmeniz gerekir. Ama bununla birlikte sizin arkanızda
kalmasına da izin vermemelisiniz. İkinci an ise yazmanın doruk noktasındadır.
Bütün kontrolü elinize almanız gereken andır ama bu özel anda roman
kendisi bir manevrayla kendi akış ve hızını çoktan almıştır. Bu an
romanın yazarın üstesinden geldiği , yazarı alt ettiği bir andır.
Roman yazardan daha
hızlıdır ve daha çok enerjisi vardır. İşin aslı en zor andır çünkü sizi
çabanızın zirvesine ulaştığınız anda çok yorgun yakalar. Yine de, yeniden
dengeyi sağlamak ve konrolü ele almak için tüm çabanızı kullanmalısınız.
Prematüre bir çocuğun doğmasına izin veremezsiniz. Bu iki anın üstesinden
gelirseniz sonuç iyi olur. Sağlıklı bir roman yazmışsınızdır ve gelecek iki yıl
boyunca sürekli hastalık halinde olacaksınızdır. Hazar sözlüğünden sonra
ben iki yıl boyunca hastaydım.
TL: Yetenekli bir
yazarın eserini anlamak için yetenekli bir okur şart mıdır?
MP: Yazarın eseri
yeteneksiz bir okur tarafından okunduğunda anlaşılmayacaktır. Ama şanslıyız ki,
günümüzde dünyada yetenekli eleştirmenlerden çok yetenekli okurlar var. Hatta,
yetenekli yazarlardan da çok yetenekli okurlar var. Yüzyılımızın en iyi ve en yetenekli
okuru Borges'ti. Herkes üniversite okuyabilir. Ama hiç kimse bir
okura satırlar ve kelimelerin arası nasıl okunur öğretemez.
TL: Görüşmemizin sonunda
bir yazarla tanışma şansınız olsaydı , kimi tercih ederdiniz?
MP: İyi bir soru. Hep
D.M.Thomas ile tanışmak istedim, Beyaz Otel (The White Hotel)in yazarı.
Kanada'da görüştüm, kitabı gibi kendisi de iyi görünüyordu.
TL: Eğer Borges burada
olsaydı, ona ne sorardınız?
MP: Hiçbir şey. Onu
dinlemeyi tercih ederdim.
Üçüncü
Buluşma
TL: Dinleyicilere
mi okurlara mı hitap ediyorsunuz daha çok ?
MP: Her zaman
dinleyicilere hitap ederim. Bana göre en iyi edebiyat sözlü olandır.
Önceki görüşmemizde de söylemiştim, öğretmenlerim Balkanların ve
Bizans kilise vaazlarının sözlü edebiyatıydı. Bir eski dönem epik şairi gibi
olmaya çalışıyorum hep. Homer'ın yaptığı gibi. Ahenkli bir cümle duymak ,
güzel odalar ve koridorlardan geçmek gibidir.
TL: Roman yazarken , her
zaman bir gün önce bıraktığınız yerden mi devam edersiniz?
MP: Hayır. Asla böyle
yazmam. Farklı aşamaları var. Yavaşça bütün bu aşamalar bir çerçeveye
oturur. Birinin benim yazmamın sadece zihinsel unsurlara dayanmasını
anlaması zordur. Bir romanın kendi hayatı vardır. ( Cebinden küçük yeşil
bir defter çıkarıyor. Kapağına el yazısıyla bir şeyler yazmış. ) Bu
benim yeni romanım , İstanbul'da Son Aşk. Bu benim nasıl romana
başladığımdır. Bu küçük deftere yeni romanımı ilgilendirebilecek ne
olursa yazıyorum. Hazar sözlüğü de binlerce sayfalık bir defterdi.
TL: İyi bir yazar ,
yeteneksiz okurlar tarafından okunduğunda kaybolabilir mi?
MP: Elbette . Bir örneği
karşınızda şu anda. Uzunca bir süre, Yugoslavya'da en az okunan yazarlar
arasındaydım. Bu durumu yeni nesil okurlar değiştirdi.
TL: Yeni nesil okurları
diğerlerinden ayıran nedir?
MP: Yeni kuşak
yazdıklarımı dinleme becerisine sahip. Ve seviyorlar çünkü önceden tahmin etmek
çok önemli değil onlar için. Eşim Yasmina, bu kuşağa ait. Tuhaf. Gençler
beni kendi kuşaklarının yazarı olarak görüyorlar. Eserlerim üzerine yapılan en
eşsiz yorumlar, altmışlarda doğan kuşağa ait.
TL: Televizyonun,
görsellerin gelişmesi kitapların düşüşüyle örtüşüyor mu?
MP: Kitapta belli bir
düşüş oldu ama romanda değil. Kriz içinde olan bir şey varsa o kitap
değil okuma şeklidir. Bu yüzden okuru daha aktif olmaya itiyorum. Çözümü diğer
sanat türlerinde buldum. Yedi periye inanıyorum. Birlikte güçlü bir sanat
oluşturuyorlar. Perilerden biri zor bir duruma düştüğünde diğerlerinden
yardım istiyor. Bunların arasındaki ilişki çok önemli. Bu yüzden çözümü diğer
sanat türlerinde aradım.
TL: Ve ne buldunuz?
MP: Yedi periden
bazılarının evrilebildiğini bazılarının diğerlerine evrilemediğini keşfettim.
TL: Evrilebilen sanatlar
hangileri şu anda?
MP: Evrilebilen sanatlar
şuanda, kendilerine yararlanıcıların farklı taraflardan bakmasına izin veren
sanatlar. Ben onlara tersine çevrilebilir sanatlar diyorum.
TL: Bana tersine
çevrilebilir bir sanat söyleyin
MP: Mimari, heykel
TL: Ve bir tersine
çevrilemeyen?
MP: Müzik,
edebiyat. Her zaman , tersine çevrilemez bir sanat olan
edebiyatı , tersine çevrilebilir olana dönüştürebileceğime inandım.
TL: Zekice, ama biraz
hileli görünüyor.
MP: En eski dünya
edebiyatında , sözlü edebiyatta , anlatımda hep yeni bir başlangıç ve bir başka
son vardır. Ya da farklı hikayeler için tek ve aynı bir başlangıç
vardır. Ama hayatta hiçbir zaman hiçbir hikayenin
başlangıcını ve sonunu bu şekilde bulmazsınız. Ama edebiyatta, eğer bir
kahramanın ölümü ya da yaşamı okuma şekline bağlıysa bu bir hile olamaz.
Bunların hepsi okuru harekete geçirir. Pasif bir okur - dinleyiciden aktif
olana geçer. Romanlarda, okurun katılımını gerektirir. Mesela,
kahramanın, bir kadının, okura aşık olduğu bir romanda soru şudur : Okur ne
yapacak? Aşkına karşılık verecek mi?
TL: Hiç komünist oldunuz
mu?
MP: Bu soru daha önce de
bir Fransız gazeteci tarafından soruldu ve cevapladım . " Ben son
Bizanslıyım" Bu cevabı yayınlamadı. Muhtemelen bir Bizanslı olmanın
komünist olmaktan kötü olduğu sonucuna vardı.
TL: Bana hayatı
aşağılayan bir şey söyleyin.
MP: Hazır bulduğunuz her
şeyi yıkmak.
TL: Bu, bugün ülkenizde
olana bir tepki mi?
MP: Bugün bana düşen tek
şey savaş sürerken de inşa etmek. Tıpkı " Rüzgarın Tersi" romanımdaki
kahramanımın etrafındaki herkes her şeyi yıkarken binalar inşa etmesi
gibi.
TL: Umut var mı?
MP: Yayınevleri beş
milyon okurum olduğunu söylüyorlar. Birçok yazar benden daha fazlasına sahip
elbetteki, ama bu sayı bile dünyadaki herhangi bir ordunun asker sayısından
daha fazla. Bu bir şey demek. Belki, bu okurlar, sadece
benimkiler değil tabii ki, güzelliğin aşktan daha çok olduğu, barış ve
huzur içinde okumaya zaman bulacağımız romanların daha fazla olduğu bir dünyada
, sevginin vahşete üstün geleceğinin güvencesidir. Bir an için, okurları
düşünelim, seçmenleri değil.
TL: Ve son soru: bütün
bu görüşmeler boyunca gözlemlediğim , sadece kadınlar etrafınızda. Çok nadir
bir erkek görülmüştür herhalde. Neden? Bu bir seçim mi tesadüf
mü?
MP: Onların seçimi.
Benim için kadın, sanatın bir parçası olmak için erkeğin
"nicelliğine" ihtiyaç duyan bir "niteliktir". "Erkek,
bir şeyin yarısıydı. Belki ondan daha güçlü, daha büyük, daha güzel bir bütünün
güzel, güçlü ve yetenekli yarısı. Demek ki, yüce ve kavranılamaz bir şeyin
büyülü yarısıydı. Kadın, bir bütündü. Küçük, yolunu şaşırmış, ne çok güçlü ne
çok uyumlu bir bütündü, ama bütündü. " ( Rüzgarın Tersi )
The Review of
Contemporary Fiction, Yaz ( Summer) 1998, Vol. 18.2
Çeviren : Hatice Nisan
Yokuş Yol'a dergisinde yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder