“ Fakat iki büklüm gölgeme hayatımdan bahsedeceksem, bir hikâye anlatmam gerekecek.”
Odamda mezat vardı. Evet, 55 yaşında bir kadınım ve hiç şaka yapacak
halde değilim. Fütursuz bir adam odama girmiş, etrafına başkasının anılarına aç, cebi banknotlarla
dolu bir sürü insanı toplamış, kilitli kapımın arkasında ne kadar eşyam varsa onları utanmadan pazarlıyordu.
Bu aşağılık olay gerçekleştiğinde bir pazar sabahıydı. Çok
sevdiğim bir dostumun cenazesinden dönmüştüm. Eve girdiğimde birkaç kadın kahkahası, konuşmalar ve bir adam sesi duydum. Ben yokken
eve kim girebilirdi ki? Tedirgin bir halde,
parmak uçlarıma basarak, sesin geldiği yöne doğru koridor boyunca yürüdüm ve
odamın önünde durdum. Anahtar deliğinden
eğilip baktığımda havaya kalkmış birkaç el , parmak
aralarındaki boşluklardan da takım elbiseli,
soluk tenli, kısık gözlü, bir adam
gördüm. Elindeki çekici sağa sola sallayarak tok sesiyle odayı çınlatıyordu .
“ Bu müzik kutusunu kaçırmayınız. İmal tarihi 1928, yapım yeri Almanya, yandaki çevirme kolu fildişi ve gümüş kaplama, çalan parça Mozart, Eine Kleine Nachtmusic . Hanımefendi bunu, nişanlısıyla
yurt dışı seyahatlerinden birinde, bir aile dostundan hediye olarak kabul
etmiş, salonlarının özel bir köşesinde sevdikleriyle dinlemek düşüyle uzun yıllar
muhafaza etmiştir.’’
Yüzüm kıpkırmızı olmuştu. Saçlarının sarı bukle uçlarını görebildiğim
bir genç kızın eli havaya kalkmıştı. Geri çekildim. En yakın pencereye koşup,
kolu çevirip, yüzümü dışarıya çıkararak havayı
ciğerlerime çektim. Odaya dönmek ve
türlü hakaretlerle hepsini evimden kovmak istedim. Ya da polis çağırabilirdim.
Bu en mantıklısıydı. Kim bilir ben eve girene kadar bu adam hakkımda daha neleri
anlatarak, hangi anılarımı ve eşyalarımı pazarlamıştı. Hakkımda neler
biliyorlardı? Bu düşünce, canımı sıktı. Kapıyı ardına kadar açtığımda bana dönecek tüm yüzlerde bakışlar nasıl olacaktı? Alaycı, belki acıma dolu, belki kahkahalar yükselecekti. Belki de sokakta,
herhangi biriyle karşılaştığımda hakkımda fısıldaşacaklar, bir odaya kapattığım her şey,
bir laboratuvardan sokaklara dağılmış yaratıklar gibi peşime düşecekler, buldukları ilk tenhada
hepsi üzerime üşüşerek beni
nefessizlikten öldüreceklerdi. Ama görünmezsem,
beni kimse tanımayacak, belki de hepsi birazdan dağılacak, o odaya gelmek için
bir nedenleri kalmayınca başkalarının peşine
düşeceklerdi.
Bu düşünceyle mutfak
dolabının kenarındaki girintide bir müddet bekledim. Bir süre sonra odanın kapısı açıldı. Gülüşmeler
ve konuşmalar, tozutarak süpürülmüş bir
çöp yığını gibi eşikten dış kapıya
doğru uçuşarak ilerledi ve apartman
boşluğunda dağıldı. Perdeyi aralayıp aşağıya baktım. Sırayla
birbirleriyle tokalaşarak lüks otomobillerine
binip uzaklaşıyorlardı. İşte bu da
olmuştu demek. Bir çete, kurban olarak yaşlı ve yalnız bir kadını
seçmişti. Peki, beni nasıl bulmuşlardı?
Komşulardan biri para karşılığında yapmış olabilir miydi? Peki ya şu
huzur evinde yaşayanlardan herhangi biri? Bir evim olduğu için, sabahları
balkonumda çayımı içip gazetemi keyifle okuduğum için, evime bir kere dahi bir
doktor ya da hemşire girmediği için, posta kutuma her hafta postacı bir mektup
bıraktığı için, beni çekemeyen herhangi biri bunu yapmış olabilir miydi? Belki
de balkonuma panjur yaptırmalıydım, o tarafa bakan odalarıma da kalın perdeler.
Nasıl düşünemedim?!
Bu düşüncelerden ayrıldığımda hala pencerede olduğumu fark
ettim. Ya beni gördülerse, ne kadar dikkatsizdim! Ya herhangi biri başını kaldırıp yukarıya baktı ve diğerlerine haber verdiyse? Ya hepsi, film çekilmiş
otomobil camlarının arkasından beni süzdülerse? Hemen içeriye girdim. Odaya doğru yürüdüm, aralık kapıdan sızan
sigara ve ağır, pahalı parfüm kokularının birbirine karışmış hâli genzimi
yakıyordu. Burnumu elbisemin yakasından içeri doğru sokup içeri girdim. Kolilerin ağzı açılmış, katlı
olan kumaşlar, danteller, şallar, örtüler ortalığa saçılmış, kırılacak eşyalar
gelişigüzel bırakılmış, takılar birbirlerine dolanıp kocaman bir yumağa
dönüşmüştü. Bulduğum boşluklara basarak,
odayı kolaçan ederken bir sandalye kenarında biraz önceki mezatta bahsi geçen
müzik kutumu gördüm. Kızardım. Ah! Düşürmüş olmalılardı. Aldım ve cebime
koydum.
Kenarda açılmamış birkaç koliyi görünce derin bir nefes
aldım. Bunlar kitaplarımdı. İlk gençliğimden bu yana muhafaza ettiklerim, çoğu
nadide basımlar. Eminim ki bunlar dikkatlerinden kaçmamıştı ve göz atmak için
mutlaka geri geleceklerdi. Belki o şeytandan bozma büyücü, falcı kılıklı
münadi, bunları satarken, benim bile unuttuğum anılarımı sayıp dökecek,
karşılığında ağzının suyu akarak aldığı banknotları kabarık cüzdanına
sıkıştırırken, o kadar yağlı bir müşteriye bu kadar savunmasız bir kadın
vesilesiyle denk geldiği için talihine övgüler sıralayacaktı. Hayır! Bu
kadarına müsaade edemezdim.
Çok geçmeden bir taksi çağırdım. Taksicinin yardımıyla kolileri
arabaya yerleştirdim. Sık sık huzurevinin pencerelerine bakıyor, herhangi bir
kalleşlik düşünen var mı yok mu diye kontrol ediyordum. Koltuğa yerleştim ve taksiciye
şehrin batı yakasındaki mezarlığa doğru yol almasını söyledim. Genç adam, yol boyunca bir yakınımı ziyarete
gideceğim düşüncesiyle, yaşam ve ölüm üzerine birkaç laf etti. Anlattıklarına
dikkatimi veremiyordum. Ara sıra arka camdan beni takip eden olup olmadığına
bakıyordum. Yaklaştık. Göğüs
hastalıkları hastanesinin arkasından kıvrılan ağaçlıklı yolu geçtik. Şehrin
yüksek ve planlı evlerinden uzaklaşmış iki üç katlı evlerin olduğu küçük kasaba
görünümlü yere gelmiştik.
Mezarlığın biraz aşağısında mezar taşı ustaları vardı. Taksiciden,
dükkânların hizasında durmasını ve biraz beklemesini istedim. Dükkanları şöyle
bir süzerek, örnek mezar taşlarından, ustaların hünerleri hakkında fikir sahibi
olmaya çalıştım. Sonunda gözüme kestirdiğim bir dükkâna girdim. İyi günler
diledim ve hemen konuya girdim:
“ Mezar taşımı bir kitaplık şeklinde istiyorum’’ dedim.
Adam, şaka yapıp
yapmadığımdan emin olmak için yüzüme dikkatle baktı. 55 yaşındaydım ve hiç şaka
yapacak halim yoktu. Ona, satın almış olduğum mezar yerimin belgelerini
gösterdim, ölçülerini verdim. Nasıl bir şey istediğime dair basit bir çizim
yaptım. Mermerden, yağmura, kara ve zamana dayanıklı sağlam kapakları olan kitaplık
şeklinde bir mezar taşı istiyordum. İçinde iki kat raf olmalıydı. Bunu daha önce hiç yapmadığını söyleyerek
biraz düşündü. Ona işçiliğini cömertçe takdir edeceğimi söyledim. Bu ifademden,
çok varlıklı biri olduğumu çıkarmış olmalı ki çok geçmeden nazik bir
gülümsemeyle bunu yapabileceğini söyledi.
Anlaştık. İçine konulacak
kitapları bırakmak için gün içinde tekrar uğrayacağımı söyledim ve çıktım. Taksiye
bindim. Mezarlığın girişinden sola doğru
ayrılan toprak yolda bir müddet ilerledik. İleride, kalın gövdeli meşe ağacının
yanına varınca taksiciden durmasını istedim.
Genç adam hiçbir şey sormadan kolileri işaret ettiğim boş mezar
yerinin yanına kadar taşıdı ve sonra merak dolu
gözlerle, dilersem işim bitene kadar beni orada bekleyebileceğini söyledi. İşimin uzun süreceğini,
bana toprağı kazabileceğim bir kazma ve kürek bulabilirse ona minnettar
kalacağımı söyledim.
Genç adam, bekçi kulübesine doğru yürürken kolilerin
kapağını açtım. Şöyle bir tasnif yapacaktım; sağ tarafıma, böyle bir
mezarlıktan geçerken bir ölünün başucunda durup kitaplığından alıp okunmaya
değer bulacağım kitapları yığacaktım. Sol tarafıma ise, sadece coşkulu yaşam
düşüncesiyle okunabilecek, bir mezarlığa girince anlamını tamamen yitirecek
kitapları yığacaktım. Hangisinin daha fazla olacağını bir an merak ettim. Belki,
sağımdaki kitaplarda bazı satırları özenle çizmem, bir faninin kendisinden sonra gelenler için tavsiye ettiği satırları iyice belirgin hale getirmem gerekecekti. Başlamak üzereyken
taksici elinde kazma, kürekle geldi.
Beni beklemesi gerekmediğini ama dilerse üç saat sonra beni oradan alabileceğini söyledim. Genç adam beni
üç saat sonra alabileceğini söyledi ve gitti.
Kitapları karıştırmaya başladım. Kendimi, toprağın altında
hayal ettiğimde, yanı başımdan geçen meraklıların kitaplığımın kapaklarını gıcırtıyla açıp, içindekileri tuhaf bir
merakla karıştırdıklarını hayal ettikçe, bir çok kitap gözümde değerini
yitiriyordu. Yine de onları o acımasız münadiye ve açgözlü insanlara bırakamazdım. Ölümden sonra dahi değerini
kaybetmeyecek, beni ve geçmişimi rencide etmeden beni anlatabilecek, yaşam ve ölümün kesiştiği bu kitaplıkta bir
anlam bulmak isteyenlere bırakılacak o kitap
ya da söz ne olabilirdi?
Belki de hiç kimse merak edip kapağını dahi açmayacaktı. Olsundu.
Belki, tek bir genç, tek bir iyi okur, yazgının ufak bir cilvesiyle oradan geçmek durumunda kalacak, mermerin bir kenarına oturacak, kitaplığımın
kapaklarını aralayacak ve okuduğu cümlelerle bir ölünün mirasını kalpazanlardan kurtararak,
onu soylu ve cömert fikir ustalarına emanet edecekti. Zaman ilerliyordu. Bu düşünceyle
karıştırdığım kitapların sayısı otuzu geçmişti. Çok yazık! Henüz sağ tarafıma
tek bir kitap dahi ayıramamıştım. Bırakın tek bir kitabı, tek bir paragraf dahi
bulamamıştım. Orada boşuna mı zaman
geçiriyordum. Hayır! Hiçbirini geri götüremezdim. Hava serinlemeye başlamış
genç adamın gelmesine nerdeyse bir saatten az bir zaman kalmıştı.
Sol tarafımdaki yığından elbisemin kenarını kurtararak kazma
küreği elime aldım. Kimin aklına gelirdi. Kendi mezarımı kazıyordum. Bir an
dizlerim titredi. Güçten düşmeye başlamış kollarıma bir gayret gelmiş, iştahla kazıyordum. Bir parça yorgunluk
hissettiğimde, odamdaki vahşi kalabalığı
anımsıyor tekrar kazma küreğe sarılıyordum. Ürpertici derinlikte bir çukur
kazdım. Kenarında durdum ve birkaç dakika seyrettim. Bu görüntü bir ritüeli hak
ediyordu.
İlk sayfaları eksik olarak elime geçen bir kitapta, toprak
sahibi bir baronun ölümcül cezasından
kaçan iki siyahi sevgili, yakalanmadan önce bir mezarlığa sığınıyorlar, elleriyle
bir çukur açıyorlardı. Sonra el ele
tutuşup çukura doğru eğiliyorlardı. Adam, kadına alçak sesle şöyle diyordu :
“Fısılda ve göm Nina!
Fısılda ve göm! Bak Tanrı da öyle yapıyor! Görmüyor musun? “
Arkasından ikisi de birbirlerinin isimlerini çukura fısıldayıp üzerini hızla kapatarak sonsuza kadar birbirlerine olan bağlılıklarını Tanrı ve
toprak arasındaki sırlı hafızaya kaydediyorlardı.
Müzik kutusunu
cebimden çıkardım. Kolunu çevirdim ve çukurun içine bıraktım. Müzik tatlı bir
tonla toprağın derinliklerinden yukarıya doğru dağılıyordu. Kenarda oturmuş, sona
kalan kitapları karıştırıyordum. Elime bir kitap geldi. Onunla birlikte
arasından dökülen efemeralar ve 1979
kışı geldi. Kitabı karıştırırken parmak uçlarıma ince ince kar geldi. 40.sayfada durdum. Paragrafı yüksek sesle
okudum ve tek bir cümlenin altını çizdim. Evet, bu yeterliydi. Geri kalan kitapları çukura yerleştirmeye
başladım. Müzik kutusunun sesi önce boğuklaştı sonra dönen kolun manevrası yarım kaldı ve sesi tamamen kesildi.
Bütün kitapları gömdüm ve üstlerine attığım toprakla
gösterişli bir tümsek elde ettim.
Yorulmuştum. Ayırdığım kitabı tekrar elime alıp arkamı döndüğümde, genç adam oracıkta bekliyordu. İncelmiş bir ses
tonuyla “Hazır mısınız?” dedi. “Evet, hazırım’’ dedim. Taksiye doğru yürüdük. Kapıyı benim için açtı. Kazma ve küreği teslim
edip arabaya bindi.
“Giderken, uğradığımız
dükkana tekrar uğrayacağız’’ dedim. “Peki, efendim “ dedi.
Yol boyunca hiç konuşmadık. Dükkana gelince indim. İçeri
girince mezar taşı ustası, yerinden
saygıyla kalktı ve “Buyurun ” dedi. Kitabı kendisine uzatarak,
“ Beyefendi, kitaplığıma
bunu koymanızı istiyorum’’ dedim.
Topraklı ellerimden gözünü ayırmayarak “ Tek bir kitap mı?’’
dedi.
“ Hayır, aslında tek bir cümle” dedim. Kitabı eline aldı.
“ Elbette, nasıl isterseniz’’ dedi.
“İyi günler beyefendi, bittiğinde görmeye geleceğim’’ dedim.
“Elbette, nasıl isterseniz” diye
yineledi.
Taksiye bindim. Nereye gideceğim konusunda kafam karışıktı.
“ Şehre doğru inelim” dedim .
Genç adam, ustalıklı
bir şekilde virajı alırken
“Sakıncası yoksa, beyefendiye ne söylediniz çok merak
ettim’’ dedi.
“55 yaşındayım ve hiç şaka yapacak halim yok, genç adam”
dedim. “Elbette” dedi.
Bir sessizlik oldu.
“Ona şöyle söyledim” dedim,
“kıssalar ve parlak sözler yordu beni…”
Aynadan yüzümü kaçamak bir şekilde
süzdü ve kıvrılan yollardan pembeleşen
gün batımına doğru kısık gözlerle bakarak
“Elbette hanımefendi ” dedi.
[i]
Alıntılar : Sâdık Hidayet, Kör Baykuş
Hatice Nisan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder