9 Haziran 2020 Salı

Elias Canetti, Arkeokrat Karakteri İçin Bir Öykü: Fısılda ve Göm!


                                                    


                                                 

 Fakat iki büklüm gölgeme hayatımdan bahsedeceksem, bir hikâye anlatmam gerekecek.”


Odamda mezat vardı. Evet,  55 yaşında bir kadınım ve hiç şaka yapacak halde değilim. Fütursuz bir adam odama girmiş, etrafına  başkasının anılarına aç, cebi banknotlarla dolu bir sürü insanı toplamış, kilitli kapımın arkasında ne kadar  eşyam varsa  onları utanmadan pazarlıyordu.

Bu aşağılık olay gerçekleştiğinde bir pazar sabahıydı. Çok sevdiğim bir dostumun cenazesinden dönmüştüm.  Eve girdiğimde birkaç kadın kahkahası,  konuşmalar ve bir adam sesi duydum. Ben yokken eve kim girebilirdi ki?  Tedirgin bir halde, parmak uçlarıma basarak, sesin geldiği yöne doğru koridor boyunca yürüdüm ve odamın önünde durdum.  Anahtar deliğinden eğilip baktığımda havaya kalkmış birkaç el  , parmak aralarındaki  boşluklardan da takım elbiseli, soluk tenli,  kısık gözlü, bir adam gördüm. Elindeki çekici sağa sola sallayarak tok sesiyle odayı çınlatıyordu .

“ Bu müzik kutusunu kaçırmayınız.  İmal tarihi 1928, yapım yeri  Almanya, yandaki çevirme kolu  fildişi ve gümüş kaplama, çalan parça Mozart,  Eine Kleine Nachtmusic . Hanımefendi bunu, nişanlısıyla yurt dışı seyahatlerinden birinde, bir aile dostundan hediye olarak kabul etmiş, salonlarının özel bir köşesinde sevdikleriyle dinlemek düşüyle uzun yıllar muhafaza etmiştir.’’

Yüzüm kıpkırmızı olmuştu. Saçlarının sarı bukle uçlarını görebildiğim bir genç kızın eli havaya kalkmıştı. Geri çekildim. En yakın pencereye koşup, kolu çevirip,  yüzümü dışarıya çıkararak havayı ciğerlerime çektim. Odaya dönmek  ve türlü hakaretlerle hepsini evimden kovmak istedim. Ya da polis çağırabilirdim. Bu en mantıklısıydı. Kim bilir ben eve girene kadar bu adam hakkımda daha neleri anlatarak, hangi anılarımı ve eşyalarımı pazarlamıştı. Hakkımda neler biliyorlardı? Bu düşünce, canımı sıktı. Kapıyı ardına kadar açtığımda  bana dönecek tüm yüzlerde bakışlar nasıl  olacaktı? Alaycı, belki  acıma dolu, belki kahkahalar yükselecekti.  Belki  de  sokakta, herhangi biriyle karşılaştığımda hakkımda  fısıldaşacaklar, bir odaya kapattığım her şey, bir laboratuvardan sokaklara dağılmış  yaratıklar  gibi peşime düşecekler, buldukları ilk tenhada hepsi  üzerime üşüşerek beni nefessizlikten öldüreceklerdi.  Ama görünmezsem, beni kimse tanımayacak, belki de hepsi birazdan dağılacak, o odaya gelmek için bir nedenleri kalmayınca   başkalarının peşine düşeceklerdi.

 Bu düşünceyle mutfak dolabının kenarındaki girintide bir müddet bekledim.  Bir süre sonra odanın kapısı açıldı. Gülüşmeler ve konuşmalar,  tozutarak süpürülmüş bir çöp yığını gibi eşikten  dış kapıya doğru  uçuşarak ilerledi ve apartman boşluğunda  dağıldı.  Perdeyi aralayıp aşağıya baktım. Sırayla birbirleriyle tokalaşarak  lüks otomobillerine  binip uzaklaşıyorlardı. İşte bu da olmuştu demek. Bir çete, kurban olarak yaşlı ve yalnız  bir kadını seçmişti. Peki, beni nasıl bulmuşlardı?  Komşulardan biri para karşılığında yapmış olabilir miydi? Peki ya şu huzur evinde yaşayanlardan herhangi biri? Bir evim olduğu için, sabahları balkonumda çayımı içip gazetemi keyifle okuduğum için, evime bir kere dahi bir doktor ya da hemşire girmediği için, posta kutuma her hafta postacı bir mektup bıraktığı için, beni çekemeyen herhangi biri bunu yapmış olabilir miydi? Belki de balkonuma panjur yaptırmalıydım, o tarafa bakan odalarıma da kalın perdeler. Nasıl düşünemedim?!
Bu düşüncelerden ayrıldığımda hala pencerede olduğumu fark ettim. Ya beni gördülerse, ne kadar dikkatsizdim! Ya herhangi biri  başını  kaldırıp yukarıya baktı ve  diğerlerine haber verdiyse? Ya hepsi, film çekilmiş otomobil camlarının arkasından beni süzdülerse?  Hemen içeriye girdim.  Odaya doğru yürüdüm, aralık kapıdan sızan sigara ve ağır, pahalı parfüm kokularının birbirine karışmış hâli genzimi yakıyordu. Burnumu elbisemin yakasından içeri doğru sokup  içeri girdim. Kolilerin ağzı açılmış, katlı olan kumaşlar, danteller, şallar, örtüler ortalığa saçılmış, kırılacak eşyalar gelişigüzel bırakılmış, takılar birbirlerine dolanıp kocaman bir yumağa dönüşmüştü. Bulduğum boşluklara  basarak, odayı kolaçan ederken bir sandalye kenarında biraz önceki mezatta bahsi geçen müzik kutumu gördüm. Kızardım. Ah! Düşürmüş olmalılardı. Aldım ve cebime koydum.  

Kenarda açılmamış birkaç koliyi görünce derin bir nefes aldım. Bunlar kitaplarımdı. İlk gençliğimden bu yana muhafaza ettiklerim, çoğu nadide basımlar. Eminim ki bunlar dikkatlerinden kaçmamıştı ve göz atmak için mutlaka geri geleceklerdi. Belki o şeytandan bozma büyücü, falcı kılıklı münadi, bunları satarken, benim bile unuttuğum anılarımı sayıp dökecek, karşılığında ağzının suyu akarak aldığı banknotları kabarık cüzdanına sıkıştırırken, o kadar yağlı bir müşteriye bu kadar savunmasız bir kadın vesilesiyle denk geldiği için talihine övgüler sıralayacaktı. Hayır! Bu kadarına müsaade edemezdim.

Çok geçmeden bir taksi çağırdım. Taksicinin yardımıyla kolileri arabaya yerleştirdim. Sık sık huzurevinin pencerelerine bakıyor, herhangi bir kalleşlik düşünen var mı yok mu diye kontrol ediyordum. Koltuğa yerleştim ve taksiciye şehrin batı yakasındaki mezarlığa doğru yol almasını söyledim.  Genç adam, yol boyunca bir yakınımı ziyarete gideceğim düşüncesiyle, yaşam ve ölüm üzerine birkaç laf etti. Anlattıklarına dikkatimi veremiyordum. Ara sıra arka camdan beni takip eden olup olmadığına bakıyordum. Yaklaştık.  Göğüs hastalıkları hastanesinin arkasından kıvrılan ağaçlıklı yolu geçtik. Şehrin yüksek ve planlı evlerinden uzaklaşmış iki üç katlı evlerin olduğu küçük kasaba görünümlü yere gelmiştik.
Mezarlığın biraz aşağısında mezar taşı ustaları vardı. Taksiciden, dükkânların hizasında durmasını ve biraz beklemesini istedim. Dükkanları şöyle bir süzerek, örnek mezar taşlarından, ustaların hünerleri hakkında fikir sahibi olmaya çalıştım. Sonunda gözüme kestirdiğim bir dükkâna girdim. İyi günler diledim ve hemen konuya girdim:

“ Mezar taşımı bir kitaplık şeklinde istiyorum’’ dedim.

Adam,  şaka yapıp yapmadığımdan emin olmak için yüzüme dikkatle baktı. 55 yaşındaydım ve hiç şaka yapacak halim yoktu. Ona, satın almış olduğum mezar yerimin belgelerini gösterdim, ölçülerini verdim. Nasıl bir şey istediğime dair basit bir çizim yaptım. Mermerden, yağmura, kara ve zamana dayanıklı sağlam kapakları olan kitaplık şeklinde bir mezar taşı istiyordum. İçinde iki kat raf olmalıydı.  Bunu daha önce hiç yapmadığını söyleyerek biraz düşündü. Ona işçiliğini cömertçe takdir edeceğimi söyledim. Bu ifademden, çok varlıklı biri olduğumu çıkarmış olmalı ki çok geçmeden nazik bir gülümsemeyle bunu yapabileceğini söyledi.  Anlaştık.  İçine konulacak kitapları bırakmak için gün içinde tekrar uğrayacağımı söyledim ve çıktım. Taksiye bindim.  Mezarlığın girişinden sola doğru ayrılan toprak yolda bir müddet ilerledik. İleride, kalın gövdeli meşe ağacının yanına varınca taksiciden durmasını istedim.

Genç adam hiçbir şey sormadan kolileri işaret ettiğim boş mezar yerinin yanına kadar taşıdı ve sonra merak dolu gözlerle, dilersem işim bitene kadar beni  orada  bekleyebileceğini söyledi. İşimin uzun süreceğini, bana toprağı kazabileceğim bir kazma ve kürek bulabilirse ona minnettar kalacağımı söyledim.

Genç adam, bekçi kulübesine doğru yürürken kolilerin kapağını açtım. Şöyle bir tasnif yapacaktım; sağ tarafıma, böyle bir mezarlıktan geçerken bir ölünün başucunda durup kitaplığından alıp okunmaya değer bulacağım kitapları yığacaktım. Sol tarafıma ise, sadece coşkulu yaşam düşüncesiyle okunabilecek, bir mezarlığa girince anlamını tamamen yitirecek kitapları yığacaktım. Hangisinin daha fazla olacağını bir an merak ettim. Belki, sağımdaki kitaplarda bazı satırları özenle çizmem, bir  faninin kendisinden sonra gelenler için  tavsiye ettiği  satırları iyice belirgin  hale getirmem gerekecekti. Başlamak üzereyken taksici elinde kazma, kürekle geldi.  Beni beklemesi gerekmediğini ama dilerse üç saat sonra beni  oradan alabileceğini söyledim. Genç adam beni üç saat sonra alabileceğini söyledi ve gitti.

Kitapları karıştırmaya başladım. Kendimi, toprağın altında hayal ettiğimde, yanı başımdan geçen meraklıların  kitaplığımın kapaklarını  gıcırtıyla açıp, içindekileri tuhaf bir merakla karıştırdıklarını hayal ettikçe, bir çok kitap gözümde değerini yitiriyordu. Yine de onları o acımasız münadiye ve açgözlü insanlara  bırakamazdım. Ölümden sonra dahi değerini kaybetmeyecek, beni ve geçmişimi rencide etmeden beni anlatabilecek,  yaşam ve ölümün kesiştiği bu kitaplıkta bir anlam bulmak isteyenlere bırakılacak o  kitap ya da söz  ne olabilirdi?

Belki de hiç kimse merak edip kapağını dahi açmayacaktı. Olsundu. Belki, tek bir genç, tek bir iyi okur, yazgının ufak bir cilvesiyle  oradan geçmek durumunda kalacak,  mermerin bir kenarına oturacak, kitaplığımın kapaklarını aralayacak ve okuduğu cümlelerle  bir ölünün mirasını kalpazanlardan kurtararak, onu   soylu ve cömert  fikir ustalarına emanet edecekti.  Zaman ilerliyordu. Bu düşünceyle karıştırdığım kitapların sayısı otuzu geçmişti. Çok yazık! Henüz sağ tarafıma tek bir kitap dahi ayıramamıştım. Bırakın tek bir kitabı, tek bir paragraf dahi bulamamıştım.  Orada boşuna mı zaman geçiriyordum. Hayır! Hiçbirini geri götüremezdim. Hava serinlemeye  başlamış  genç adamın gelmesine nerdeyse bir saatten az bir zaman kalmıştı.

Sol tarafımdaki yığından elbisemin kenarını kurtararak kazma küreği elime aldım. Kimin aklına gelirdi. Kendi mezarımı kazıyordum. Bir an dizlerim titredi. Güçten düşmeye başlamış kollarıma bir gayret gelmiş,  iştahla  kazıyordum. Bir parça yorgunluk hissettiğimde,  odamdaki vahşi kalabalığı anımsıyor tekrar kazma küreğe sarılıyordum. Ürpertici derinlikte bir çukur kazdım. Kenarında durdum ve birkaç dakika seyrettim. Bu görüntü bir ritüeli hak ediyordu.

İlk sayfaları eksik olarak elime geçen bir kitapta, toprak sahibi bir baronun  ölümcül cezasından kaçan iki siyahi sevgili, yakalanmadan önce bir mezarlığa sığınıyorlar, elleriyle  bir çukur açıyorlardı. Sonra el ele tutuşup çukura doğru eğiliyorlardı. Adam, kadına alçak sesle  şöyle diyordu :

“Fısılda ve göm Nina!  Fısılda ve göm! Bak Tanrı da öyle yapıyor! Görmüyor musun?  
 
Arkasından ikisi de  birbirlerinin isimlerini çukura fısıldayıp üzerini  hızla kapatarak sonsuza kadar  birbirlerine olan bağlılıklarını Tanrı ve toprak arasındaki sırlı hafızaya kaydediyorlardı.
 Müzik kutusunu cebimden çıkardım. Kolunu çevirdim ve çukurun içine bıraktım. Müzik tatlı bir tonla toprağın derinliklerinden yukarıya doğru dağılıyordu. Kenarda oturmuş, sona kalan kitapları karıştırıyordum. Elime bir kitap geldi. Onunla birlikte arasından dökülen efemeralar  ve 1979 kışı geldi. Kitabı karıştırırken parmak uçlarıma ince ince kar geldi.  40.sayfada durdum. Paragrafı yüksek sesle okudum ve tek bir cümlenin altını çizdim. Evet, bu yeterliydi.  Geri kalan kitapları çukura yerleştirmeye başladım. Müzik kutusunun sesi önce boğuklaştı  sonra dönen kolun  manevrası yarım kaldı ve sesi tamamen kesildi.

Bütün kitapları gömdüm ve üstlerine attığım toprakla gösterişli bir tümsek elde ettim.  Yorulmuştum. Ayırdığım kitabı tekrar elime alıp arkamı döndüğümde, genç adam oracıkta bekliyordu. İncelmiş bir ses tonuyla “Hazır mısınız?” dedi. “Evet, hazırım’’ dedim.  Taksiye doğru yürüdük.  Kapıyı benim için açtı. Kazma ve küreği teslim edip arabaya bindi.
“Giderken, uğradığımız dükkana tekrar uğrayacağız’’ dedim. “Peki, efendim “ dedi.

Yol boyunca hiç konuşmadık. Dükkana gelince indim. İçeri girince  mezar taşı ustası, yerinden saygıyla kalktı ve “Buyurun ” dedi.  Kitabı kendisine uzatarak,
“ Beyefendi,  kitaplığıma  bunu koymanızı istiyorum’’ dedim.
Topraklı ellerimden gözünü ayırmayarak “ Tek bir kitap mı?’’ dedi.
 “ Hayır, aslında  tek bir cümle” dedim.  Kitabı eline aldı.
“ Elbette, nasıl isterseniz’’ dedi.
“İyi günler beyefendi, bittiğinde görmeye geleceğim’’ dedim.  “Elbette, nasıl isterseniz” diye yineledi.
Taksiye bindim. Nereye gideceğim konusunda kafam karışıktı. “ Şehre doğru inelim” dedim .
Genç adam,  ustalıklı bir şekilde virajı alırken
“Sakıncası yoksa, beyefendiye ne söylediniz çok merak ettim’’ dedi.
“55 yaşındayım ve hiç şaka yapacak halim yok, genç adam” dedim. “Elbette” dedi.
Bir sessizlik oldu.

“Ona şöyle söyledim”  dedim,    kıssalar ve parlak sözler yordu beni…”

Aynadan yüzümü kaçamak bir şekilde süzdü  ve kıvrılan yollardan pembeleşen gün batımına doğru kısık gözlerle bakarak  

“Elbette hanımefendi ” dedi.                 




[i] Alıntılar : Sâdık Hidayet, Kör Baykuş
                                                                                     Hatice Nisan

Post Öykü Dergisi, Elias Canetti  Arkeokrat Karakteri Atölye Çalışması  seçkisinde yayınlanmıştır.
                    

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder