9 Haziran 2020 Salı

Şiir: Güz Aksaması





Her şeyin  tanıma erdiğinde
büründüğü o tokluktan muzdaribiz

kararların üst üste yığıldığı yaz odalarından

bir sarmaşık filizi gibi can atmak çoğalmaya

kuvvetle sarmak  ve sarsmak için 
bir duvarın tereddütünü

savruk olma hakkımızı onaylıyor güz

İnsan kendi bahçesini geç gözden geçirir
anısını semirtir
hissesini geçirir
omuzlarını, sinesini geçirir
hüsranını, hayretini geçirir
keşkesini geçirir
sendeler keşke
hışırdar gövde, silkelenir 

insan ayrışır
inanç aksar
bir yarasa zamanın kirecini yalar

dönemeçlerde kendine ayna tutan vakit
peşimizdedir
düşüncenin yoncasını biçerken direnen o diken
anlatır yoksul bir taşınmayı

bahçesini yanında götüremeyen
bir dal alır kendine

gamze gibi bükülür şimdiki zaman
sessizlik taşar
kapanır çukur
karşıdan bakanın hafızasında

gözlerde giden için kırgın bir şemsiye
açılmamakta dirençli
sanki hatıraya saygılı
solgun, ince  bir karanfil

ölüm ile ayrılığın evinde
unutmak ürkek oturur
pencereler boşluğu şeffaf bir 
güvence ile böler

ne çok yorulduk
ağzın değirmenine aynı şarkıyı taşımaktan

kim başlattıysa bu tekrarı durdursun
yoncalar köklerine daha fazla su istiyor
dikenler daha fazla kalkışma
sarmaşık daha arzulu bir duvar

bir taşınmadır veda, bir çağrıya dönüşür

bahçesini yanında götüremeyen
bir dal alsın kendine 

sabah, sarı kamçı, tüm perdeleri çırpıyor
nihayet erken bir saat , gecikmeler salonunda  beklenmiş
sarmaşık ısrar olup giriyor kararların arasına
bulutlanıyor tokluk

senin aksadığın  şarkı ile
onun aksadığı güz 
bir sağanakta karşılaşıyor.  

                                        Hatice Nisan

* Sadece Şiir dergisinde yayınlanmıştır.



Şiir: Kar Zorunluluğu






















Yüzünü yıkaman için
bir aydınlık gerekli
usanmış olmalısın
yanılmanın kesik uykularından

küllerinden kelebek yaptığın 
inanç baharından
acı bir azarla ayrıldın

karıştırdığın her yüz
aynada giderek sana benziyor
kendini unutmak istediğin günden beri
kirpik hizanda tüm bakışlar sık ve ağaçlıklı

silkindiğinde dökülecek bir şey lazım sana
o zaman inanırsın düşenin ağırlığına
ezberlerin musalla taşına benziyor
tekrarların yenini durmadan öldürüyor

bir çığın içinde küçük bir oda
ayırdın kendine
arınmak için yabancı evlerden
birgüne birgün kendi ateşini 
yakmalı değil mi insan?
-bir kapı ziline adını yazmak için!

göğsünde neden hep aynı
güğme üşüyor biliyor musun?
orada bir rüzgâr çanı
gibi bıraktın kayboluşunu

kendi evin, kendi hafızan
dönmedin çok zamandır
menteşelerde sızlıyor şarkıların
-duyuyor musun?

kar, mümkünün renginde örter mesafeleri
bilirsin
uzaklar birbirinin annesi olur
sıkıştırır yorganını sağlı sollu
çok eski bir sabaha uyursun
uyandığında o son gülüşü
seyretmek için

raylar gelinmemiş eşiklerden dizilmiş
bak nasıl yanyana uzanıyorlar
kapısızlık denizi gibi
-durmadan trenler geçiyor
ayrılığın kaç eli var ki?
mendiller böylesine hızlı eskiyor

bir çığın içinden küçük bir oda
ayırdın kendine
silkelendiğinde saçılacak bir şey lazım sana
-bu eşik bir gök gibi sana bulutlandı
geçeceksin kendi ateşini yakmak için. 

                                           Hatice Nisan

* yokuş yol'a dergisinde yayınlanmıştır.

Kitaplığının Altında Kalanlar İçin Bir Kurtarma Gayreti



Bir üzüm koruğunda genleşiyordu örümcek. Bacaklarında sekiz yolun bilgisi vardı.  Ona bakarken yola çıkma düşüncesi ile yolda olmanın aynı şey olduğunu düşündüm. Sizden önce gitmiş olandan beklediğiniz, ardında size bir yol bırakmasıdır. Bir başkasının sırtıyla kendi sırtınız arasında istediğiniz;  bir tutma ve bırakma bilinci arasında, gidişin bulanıklığını bırakıp yolu tutma zamanına erişmektir. Gözlerinizden esirgenen kendi kendini seyredebilme açısını, aynalardan dilenemediğinizde bir başkasının sırtında kendi sırtınızı düşlersiniz. Benim yolumda, okuduğu kitaplar raflarda çoğaldıkça soru yükü artan ve  kamburu büyüyen bir alim vardı. Toprağa doğru eğilen eski bir gökyüzü seyircisiydi. Gözün gökten aldığı ile sırtın gökten aldığı arasında bir devir teslim töreni yapılmıştı.

Ölümü kitaplığının elinden oldu. Ona, tek yaratılmış olmanın yalıtılmış yalnızlığını unutturan kapılar, pencereler gibi cümlelerin ikamet ettiği külçeler üzerine devrildi. Bronşlarında dünyanın nemli soluğu kurudu, dudaklarını çatlattı. Kağıt kokusu ve toz genzine dağıldı. Sözün neresinde kalmışsa orada,  o tamamlanamayan vurguda sustu.

Bir alıntıda yıldızlanmış bir soru işareti gibi yaşadı ve değişmez bir yol gerçeği gibi  kendi cildine geri döndü.  Mezarlıklar kendi metinlerini içlerine çeken  kitapların rafları gibi dizilmiş,  insanın dünyayı ebedi sanmasının üzerine yıkılıyordu. Dünyaya çivi çakmakla tabutuna çakılan çiviler arasında çekiç seslerinden oluşan bir düello, bir gelgit insanoğlunun idraki üzerinde çınlıyordu.

Ben o çınlama sesinde insanın okuduklarının başına yıkılmamasının eyvahlığı ile başına yıkılmasının eyvahlığı arasında bir seçim yapmak üzereydim.

Varlık aynam alimin mezarının karşısında, bir çukur aynada insanın  ters düşmüş görüntüsü gibi  görünüyordu. Bükülmekten, zamana karşı bedenin attığı her ilmekten bir kavrayış çıkmadıkça nasıl çıkacaktı ömür denen desen? O nedenle ölüm çukur bir aynaydı. Baktığında kendini tersten görürdü insan. Ölüyü seyreden dirinin çukur aynasıydı kambur.
Hayat ve ölüm bir telkindi yalnızca.Telkinler içinde bir telkin. Sorunun dirilttiğini cevabın öldürdüğü telkinler. Varlık dairesi, hayat ve ölümün eriyip  su halkalarına dönüştüğü bir genleşmeye doğru yöneliyordu. Bir şifacı,  kendi manasının gurbetine düşmüş biri huzuruna geldiğinde, onu yaşama açmak  isterken, gözkapaklarının altında gizlenen kendi mahremiyetine ve mahrumiyetine  çağırıyordu.

Gözlerini kapat…tüm bedenin gevşek ve rahat olsun..tüm katılığın ve yorgunluğun başının üzerinden uçup gitsin…adını unut…hatta bir adın olduğunu dahi unut…isimler önemli değildir...giderek daha hafif ve rahatsın…daireler çizeceksin ve içine sayılar yazıp silerek daha derine ineceksin...esirgediğin ve bağışlamadığın kendine dönüyorsun…”
Toprağa uzandığı ilk gecesinde  berzah yolcusunu mezarı başında bekleyen ise,  telkinlerinde mevtayı her şeyin apaçık bir yüzleşmeye döndüğü bir şeffaflığa  ve uyanışa çağırıyordu.

 Gözlerini arala…ruhunun çıkmasıyla kaskatı kalan bedenine dön…isimler önemlidir…adını hatırla…kim olduğunu…giderek bedeninin varlığını ve ağırlığını hisset…defterin açılacak…yazılıp çizilenlerin geçmişinden, bugüne doğru geleceksin…esirgeyen ve bağışlayana yönel…”

O  hayatı boyunca ölüme çoğalan cevaplarla yetişmek için bir kütüphane dizdi. Okudu ve çizdi ve düşündü ve sordu. Okuduğuyla yaşamı harmanladı. Ortaya başkalarının sofraları çıktı. O sofraların katığından zamana karşı beslendi. Zamanın bütün raflarındaki ciltlere ulaşmanın hazzını yaşadı. Rafları ağırlaştıkça boynu inceldi. Okuduklarını yaşayamadıklarından saydı, yaşadıklarına sardı. Uzun bilgece bir cümleyle biten bir ömür diledi. Şimdi altında kaldığı yerden devraldığım, yarım kalmış sözünü  kurtarma gayreti.
Anlattığı ve sustuğuyla ölümün mahremiyetine akan, sırrına ve olmuşluğun tüm olmamışlığı içinde kaybettiği o girdaba giren adamın, kitap hışırtısı ile ölüm hırıltısı arasında bana bıraktığı bu aralıkta, dünya telkini ne idi ? Onun ölümünü bana açan ve  benden gizleyen alacakaranlığın bilgisini arıyordum. Nedir mahremiyet? Her okuyana kendi özünü sırlayan apaçık sayfalarda, kendi varlığını kurtaran hikayenin üstüne düşen yer neresi?
Bir üzüm koruğunda genleşiyordu örümcek. Bacaklarında, örtmenin ve açmanın kendine özgü o ince örgü bilgisi vardı. Ona bakarken, ağlara düşmenin ve ağlardan çıkmanın, tekâmül dairesi içinde aynı genişlikte olduğunu öğrendim.

Herkesin kendine özel bir mahremiyet tanımı olması, mahremiyetin kişilerin eylemlerindeki görünmeyenin değişkenliğinde onu gerçek saflığıyla yakalanamaz, kavranılamaz kılıyordu. Kişilerin gizleme isteklerini mahremiyetle örtmelerinin, benlik saklanması ile mahremiyetin iki ayrı yöne doğru çatallaşmasını sağlamakla beraber, her nedense ismi mahremiyet olduğunda kendilerine  bir asalet değer ve derece kazandırmasıyla bir çit güvene karşılık geldiği düşünülüyordu. Mahremiyette hissedilen güven, saklamanın karanlığında insanın kendine aydınlık görünen taraftı. Onun kişiye kendi dünyasında karanlık görünmesi bile mahremiyet hissi altında onu aydınlık kılıyor böylece kişi kendi ağrısını mahremiyet güvencesi ile uyuşturuyordu.

Zamanı gelmeyen şeyler, zamanı çoktan geçmiş şeyler, yanılgılar, yanlışlar ve tereddütler, sonucundan emin olunamayan girişimler, açıklık kaldırmayan karşılıklı diller ve niyetler, suça veya cezaya yorulacak eylemler, mahremiyet başlığı altına gizlendiğinde, makul, bekleme ve saklama refleksi ile onarılabilir, telafi edilebilir, güçlendirilebilir, tamamen unutmaya terkedilebilir bir güce eriştiriyordu sahibini. Bunu kendi içsel inancıyla kendisinin tesbit edip seçebilme özgürlüğü, onu yağma hissinden kurtarıyor, sağlamlığından emin olmadığı kalelerine yığınak yapılmış hissi veriyordu. Bu noktada mahremiyet düşüncesi mahremiyetin saf anlamı karşısında tahribe uğrayarak rağbet görüyor, kusurlara hamilik yapıyordu. İnsanın kaldırılamaz olsun istediği örtüsüne dair dünyada başka bir perde bulması çok zordu. Öyle ki karşısındakine şeffaflık hissi veren örtüleri bile buna dahildi ve ifşa ettikçe örttüğü şeylerin iç yüzünün gerçek seyircisi olmak, buna düşkünlüğü saplantı haline getiriyordu. Açtıkça gizlenir olanın sanrısı altında, mahremiyet şeffaflıkla eşitleniyor ve mahremiyet düşüncesi zihinlerden silinmedikçe şeffaflığın ne anlama gelebileceği tartışılır hale geliyordu.

Zihnin örtük taraflarının tuğlaları kırılıp bir ışığa maruz kalmadığı yerler oldukça, şeffaflık gerçekten amacına ulaşıyor muydu,  o kısmı da tartışılır hale geliyordu. Herkesin kendine özel bir şeffaflık tanımı var mıydı, yoksa insana açıklık hissi verme hilesinden mi ibaretti şeffaflık?  Bu da düşünülür hale gelmişti. Cevap şeklinde duran her şey şeffaflık anlamına mı geliyordu, yeni soruların mahrem oluşumlarının mı hammaddesiydi,  bunu bilmek zordu.

Cevaba benzeyen açıklık ve soruya benzeyen örtüklük arasında insanın gerçek bilme hevesine karşılık gelen anlam hangi saftaydı? Gizlediği mi açık ettiği mi daha güvendeydi? Gizliye yönelen merak mı daha tehditkârdı, açık olandan bezdirilmiş dikkat mi daha güvenliydi, oturup yeniden düşünmek gerekiyordu belki. İnsanın korumak istediği kendisine apaçık olan değil miydi ve kendine apaçık olması mı esas tehditti? Apaçık olanın kaybedilmesi korkusu bir çit güven arayışına mı itiyordu insanı? İnsan en büyük tehdit olarak kendine olan apaçıklıktan mı korkuyordu, şeffaflığın cesaret isteyen tarafı bu muydu? O zaman neden belli bir dozu aşan şeffaflık budalalık ve tüm kapıları açık tutmak olarak görünüyordu? Cesaret geçici bir alkışlama hissi verirken o alkışlardan sonra cesaretin ömrü ve devamlılık zorunluluğu üzerine derin bir sessizlik mi bekliyordu cesur insanı?
Her an korkmadığını ispatlamak üzerinden bir sergi, izleyeni coştururken tuhaf bir kınamayı da beraberinde getiriyor olabilir miydi? Dünya belli bir yere kadar cesareti alkışladıktan sonra herkesin sırt üstü serildiğini bilen geniş zaman gözlüklü seyircilerle mi doluydu? Akıbetin ağır sessizliğini mi armağan ediyorlardı alkışlarken? Gizlediklerinin sesini bastırmak ve kendi güvenli yatırımlarının sıcaklığını hissetmek için delilik gösteren, bu dünya için fazlasıyla iradesi açık insanlara taltifte bulunuyorlardı. Cesaret şeffaf mıydı, cesaretin bir mahremiyeti var mıydı, yoksa seyri tüketildikten sonra aşağılamaya maruz bırakılan bir ikinci el gösteri miydi dünya insanı için? Kendisinden taşanı saklama cesareti, kimsenin görmediği o gizli cesaretin heyecanı korkaklık olarak mı yansıyordu? Korkaklık, kendi içinde verilen cesur bir savaşın kılıfı mıydı; geri çekilerek, üzerine gelenin açlığını başka yöne mi çeviriyordu?

Mahremiyet şeffaflık korku ve cesaret bir rüzgargülü gibi insanın iradesi ve zaafları üzerinde dönerken, insan yönünü tayin etmek için hangi itici gücü baz alıyordu?

Bunu arıyorduk dünyada. Ölüm ise mutlaklığın şeffaflığında kendi mahremiyetine kayıtsız şartsız sahip çıkıyordu. Diyebilirim ki, ölümün bir mahremiyet bilinci olduğunu ima ederek merakı tahrik etmeye ihtiyacı yoktu. Tahrik gerçeğin kendisindendi.
Bir büyük anlam, sorudan da cevaptan da büyük bir anlam, kitaplıkların altından, demirlerin, duvarların, molozların arasından bize derin bir soluk üfleyen  büyük anlam, soru işaretlerini sırtlarda büyüten, kitaplığın altında can verenlere can verme gayretinde olan bir büyük anlam, raflarda biriktirenlerde değil azaltanlarda idi. Raftan aldığını yaşamın ve ölümün  güvercinlerine  darı gibi cömertçe  serpen, kendi bekleyişini bir güvercin ve  bir örümceğe, bir mavi göğe,  bir gölgeli ağa teslim edenlerde,  bir kanat ve ağ hafifliğinde varlığını seyreltenlerde idi. Kitaplığımdan bir kitap aldım, yolu tutma zamanımı, biriktirdiklerini bir ölüm sayacına dönüştürenlerin tam tersi yönde bir telkine kurdum. Zembereği nefessizlik anında bellekte titresin. Hafifliğe inanç, saplanmaya reddiye.
Sır vermeyen sır, dünyada yoktur.
                                                                                               
                                                                          Hatice Nisan
*yokuş yol'a dergisinde yayınlanmıştır.




Dino Buzzati: Cam Küre, Mucizesizlik Eskizleri ve Tahtırevanla Gelen Ölüm


               Beklemek' diyor Albay Giovanni:
 'Ya sonsuz bir belkiyle
 Sonsuz bir belkiyi beklemek'*


Bu sabah çıktığım yokuşta bir karaltı gördüm. Yaklaştıkça karaltı yanmış bir yığına benzedi. Küle batırılmış  büyükçe  bir  fotoğraf çerçevesini andıran dikdörtgen  ahşap bir  eşya  iskeleti köşelerinden birinden kozalaklara, dikenlere  ve yanarken  şeklini kaybetmiş  parçalara saplanmış, sendelemeden dimdik duruyordu. Duruşunda uzak bir ahbabın çağrısı vardı.  Yaklaşınca bu eşyanın bir sandalye olduğunu seçebildim.  Hangi bekleyişin eskidiği bilinmeyen bu sandalyenin yanmış kadrajında  bir sırtın bir yaslanıştan uçup gittiği  alaca bir gök seçiliyordu. Yokuşu bitirdim.  Ana caddeye çıktım.  Sağ tarafta yan yana iki dükkan vardı.  Biri eski eşyaların onarıldığı bir döşemeci, diğeri ise yeni eşyalar satan bir mobilya dükkânıydı. İlk dükkanın önünde neredeyse cadde ortasına yakın bir noktaya eski bir sandalye  yön tabelası gibi sembolik bir şekilde bırakılmıştı. Çehresi plastik  cerrahtan yeni bir yüz  bekleyen diğer eşyalarda sezilen üstü örtük  beklentiden arınmıştı. Gelip geçenlerin hoşnutsuz bakışlarının bıraktığı tahrişler ufak defolara, defolar sökükler ,sökükler parçalanmalara yol açıyordu ve bir süre sonra bu eşya sandalye olduğunu bile unutacak gibi duruyordu.

 Diğer dükkanda ise  çıkta kalan sergi alanında yan yana, kol kola, cilalı, kumaş ya da deri kaplamalı takım sandalyeler dizilmişti.  Yanlarına uğrayan ziyaretçilerin evcil hayvan gibi kendileriyle gezdirdikleri her yeni hevesin doğuracağı ihtimallerin kıpırtısıyla, birbirlerinin  parlaklıklarında kendi zindeliklerini  seyrederek  varlıklarını yüceltiyorlardı.  

Gördüğüm üç sandalyeyi geliş yolumdaki sıralamanın tersine doğru insan ömrünün üç evresi gibi  yan yana koydum.  Yanık sandalye çerçevesinden görünen o alaca gökte, bu üç evrenin;  sabahın , ikindinin ve  akşamın harmanlanışında  tek  bir kareye dönüşmesini seyrettim. Bu karede,  insan simsiyah bir damla mürekkep gibi sandalye silüetine düştü. Düşmenin titreşimiyle  şekil,  renk   dağıldı  ve varoluşun gecesi bir kar küresi gibi toparlanarak avuçlarıma düştü.

  Algının  evinde  , düşünceler yeterince bekleyip bir olgunluğa eriştiklerinde  zihin kapısını aralayıp  dış dünyaya doğru uçuşkan parçacıklar halinde dağılırlar.   Yaşamın  kimyasında  bir cisim söz ya da hareket arayışıyla  kendilerine en yakın buldukları hakikatin etrafında toplaşırlar   ve tanımlanmış  varlıklarının  zeminine konarlar. Avuçlarıma düşen  bu cam küre, büyülü gerçekliği  kendi  gerçekliğine dönüştüren İtalyan yazar ve  ressam Dino Buzzati’den arta kalan düşşel bir mirastı.

Ölen bütün yazarlar genç  ya da yaşlı fark etmez,  dünyada yaşam halinde olanların idrakinde  bir çeşit ölüm ihtiyarlığına erişirler. Okuma eylemi sırasında , satırlar üzerinden her okurun zihin sesinin içinde kendi seslendirmesini  tekrar tekrar  yaparlarken, okuyucu  da   kendi zihin sesinin yazarın sesinin  etrafında ne kadar toplanıp ne kadar dağıldığına bakar.  Bu iki sesli yolculuk esnasında kurulan zihinsel ilişkiler zaman zaman  yaşlılarla  kurulan  ilişkilere benzer.  Bu ölüm ihtiyarları, çatallaşan sesleriyle ,  yazdıklarını seslendirdiklerinde belki memnuniyetle , belki bazı kısımlarında yazmış olduklarından duydukları  pişmanlıkla, belki okurların verdikleri aralara gücenerek, belki de derin bir nefes alarak bilmiyoruz, anlattıklarının sonunda bir yorgunluğa erişirler. Bazıları bu ziyaretle  yetinir ve dinlenmeye çekilirler,  bazıları  sonsuzdan kendi dünya payına düşen  sayılı zamanını kendisine ayıran bu zaman cömerdine  teşekkür ederek  onu kapıya kadar uğurlar, bazıları ise bu ziyaretin sonunda okurlarının  ceplerine,  müşfik elleriyle bir şey sıkıştırmadan onları göndermezler.  Bir ihtiyaç anında cebe uzanan ellerin, kendilerinin  bilinmeyen bir yer ve zamandan bu ihtiyacı kestirmiş olmalarının isabetliliğiyle  buluşmasının, okurla aralarında  aile bağlarına benzer bir yakınlık kurabileceğini bilirler.

Bu akrabalık bağını Buzzati kendine has bir şekilde kurmuştur.   Bir eli gazeteciliğin keskin, yalın ve huzursuz dilinin efendisidir, diğer eli  ise ressamlığın  ve yazarlığın, büyülü ve düşsel olanın uşağıdır .
Bir hukuk profesörünün oğlu olarak 1906 ‘da Belluno kentinde dünyaya gelmiş, kendisinin de hukuk okuduğu yıllarda Corriere della Sera gazetesinde çalışmaya başlamış ve hayatı boyunca bu görevine devam etmiştir. İlk romanı Dağların Adamı Barnabo’dur.  En çok bilinen eserleri arasında, Eski Korunun Gizemi, ona dünyaca ün getiren Tatar Çölü, Türkçeye “Tanrıyı Gören Köpek” ve “ Colombre , K Balığı olarak çevrilen öykü derlemeleri, Poema a Fumetti adlı çizgi roman şiir kitabı, Bir Aşk, Büyük Geri Çekiliş romanları, Albert Camus tarafından sahnelenen “Klinik Bir Vaka “ oyunu  ve  Van Morel’in Mucizeleri yer alır. 

Erken yaşta babasını kaybetmiş, neredeyse ihtiyarlığına kadar varlığının  başka hiçbir kadına ihtiyaç duyurmadığını ifade ettiği  annesiyle yaşamış, yaşadığı şehrin ve yüzyılın kabuk değiştirdiği İtalya’ya şahit olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nı görmüştür. Dilin fonetiğinde bile insanoğlunun korkunç deneyiminin kan izlerine rastlamıştır.

Buzzati, yaşadığı dönemi  kişinin  henüz  yaşarken  kendini içinde bulduğu yekpare  bir cehennem gibi tasvir ederken, kendisini de bu döneme  çocukluğundan beri içinde taşıdığına inandığı  parçalı bir  cehennemle  dahil eder. Bu cehennem,  eserlerinde canlı ya da cansız, basit ya da karmaşık, önemli ya da önemsiz görünen her türlü kurgunun içinde birden belirir ve ortaya çıktığı yer nasıl olursa olsun orayı kendi varlığına katarak yutar.
Bu bir bütün cehennemin,  düşleyen ve   umudu arayan gezgin bir parçası  gibi seyir halinde olduğundan,  anlatılarının konusu bir böcek veya  cansız  bir eşya dahi olsa,  ruhuna özgü bir tecrübe ediş şekliyle, hepsi bir çeşit  Dino Buzzati biyografisi özelliği taşır. 

 Yaradılış adlı öyküsünde  insan, mühendis meleklerden birinin tasarladığı ve yol açacağı kanlı savaşlardan dolayı Tanrı’nın altına kerhen  imza attığı bir varlıktır. Tanrı işe yararlılığının ayrıntılarında gizli olabileceğini düşünmüştü ve şöyle özetlemişti anlatıcı:

“İnsan! Ne çılgın bir düşünce, ne tehlikeli bir şımarıklık peşindeydi. Ama içten içe ne büyülü bir oyun, ne korkunç bir hevesti. Belki olacak olan olmalıydı; değerdi buna. Kaldı ki yaradılış anında iyimser olmak uygun düşerdi.”

Kendine kelimelerden yer açtığı bu  oyunda  Buzzati  için  fantastiğin  dili  kan lekelerini pansuman eden, ağrı eşiğini esneten bir iyiliğe sahiptir. Düşsel mirası olan cam küresini manzara ve eskizlerle oluşturmuştur.
Buzzati için manzara kaçınılmaz bir ihtiyaçtır.  Çocukluğundan itibaren,  gözünün önünde ya da uzağında, tablolarında veya  öykülerinde bir şekilde kendisine eşlik eden Dolomite  Dağları, kendi yaşamı için  bir boy cetveli gibi hep başucunda durmuştur.  Bu cetvelin üzerindeki  zaman çizgilerinde , çocukluğundan bu yana ruhuna düşen gölgeleri, uzaya , kısalan, daralan ve genişleyen vakitleri ölçen Buzzati, insan için manzaranın bir noktadan sonra  insana kendi bakışını çoğaltarak iade eden güç olduğunu tecrübe etmişti.

Eskizlere gelince , çizilecek olanın felsefesi ön plana çıkıyordu. Dünya, Tatar Çölü romanında, ömrünü parıltılı bir hayalin bekleyişine  adayan askerlerin Bastiani Kalesi’nde nöbet değişimleri sırasında kullandıkları iki parolanın arasındaki yankı gibidir;  mucize ve sefalet. İki sözcük arasında yalpalayan insan  her günkü duvarlara duyulan bir evcil aşkı duyumsamaya başlayarak  her türlü alışkanlığın pençesine düşmüştür . Bu bir tür yaygın insan hastalığıdır  ama burada tuhaf olan, bu hastalığın pençesine tam düşememiş insanlar  hastalık sahibi gibi düşkün  görünürken, diğerlerinin sıhhat içinde algılanmasıdır.

Van Morel’in Mucizeleri kitabında bu azınlığın içine düştüğü  paradoksu Buzzati şöyle anlatır:  

“…1871 de, Balkanlardan bir zihin karıncaları istilası oldu.  Bu karıncalar  kulaktan geçerek  ulaştıkları beyin kıvrımlarına yerleşince   ufacık, neredeyse belli belirsiz olan kendi boyutlarından  önemli ölçüde büyümüşlerdi.  Kurbanlar,  yine de çok azdı.  Enfekte olanlar, yavaş yavaş bölgenin akıl hastanelerine sevkediliyor  ve hastalığın izleri kayboluyordu.
Zihin karıncaları, saf varlıklarıyla, gündelik hayatın ontolojik katılığını gevşetiyor, enfekte olan kişinin varlığına dair bir şüphe bırakıyordu. “

 Gerçekten hasta olanların durumundan bir kesiti ise  “Yüzyılın Cehennemlerine Yolculuk “ adlı öyküsünde Yalnızlıklar bölümünde  devasa bir salonda Beethoven’ın “ Appassionata “  parçasını dinleyen kalabalıkları tasvir ederken anlatır. Orada cehennem halkı  can çekişen balıklar gibi ağızlarını oynatırken, belki, belki birazcık hava almak, belki de adı aşk, merhamet ve lezzeti korkunç olan o şeyden bir gramcık tatmak istiyorlardır ama kimse özgürleşemiyordur,  kimse doğduğundan beri içine kapanmış olduğu demir evden, hayatın gururlu sersem kutusundan çıkamıyordur.

Buzzati’ye göre, insanın  baktığı yöne  dalıp gitmesi  kaçınılmazsa, manzaraya   yerleştirdiği  eskizlerle düşleme şeklini , boya fırçasının ucundan bir damlayı berrak bir suya bırakır gibi iddiasız ama sade bir dil hamlesiyle okurun düşleme şekline bırakabilirse,   düşünülmekte olanı düşlenebilecek olanla rahatsız edip, bulandırıp harmanlayabilirdi.

Bu düşünceyle  güzel ve   çirkin, sonlu ve sonsuz , kutsal ve lanetli olanın eskizlerini  kendi  inandığı perspektifle cam kürenin içine büyük kürenin mikro izdüşümü gibi  yerleştirmiş ve okura sunmuştur. Okur  ne zaman zihniyle bu küre arasında bir titreşim hissetse,  küre silkelenir ve dağılan parçacıklar arasından o anki algıya ve duruma dair belirgin bir manzara önünde belirmeye başlar. Bu cam küre,  Buzzati için elli yıl, yüz yıl sonrasına yönelttiği sorunun karşısında durabilecek kendi  varlığına dair  tek kişisel eşyasıdır. 

“ Daha uzun bir süre varlığımız sürecek belli. Ama diyelim ki elli yıl sonra, yüz yıl sonra, ne kalacak bizden geriye? Kim anımsayacak bizi?
Yine aynı  öyküsünde, cehennem ehlinin eski eşyaları ve işe yaramayan yaşlıları kapı önüne koyarak kutladığı modern zamana ve insana ince bir gönderme içeren  “Entrümpelung” adlı  arınma  bayramında,  kapı önüne bırakılan  kenarları çatlamış vazo, boş kafes, eprimiş bayrak, saksılar, çürük patates dolu çuvallar, talaş süprüntüsü gibi eşyaların arasında  Buzzati’nin dikkatini çeken ve yukarıdaki  sorusunu kemiren  iki eşya vardır; “kimsenin okumadığı kitaplar  ve  “bir torba unutulmuş şiir”

Cehennem neden yapılmış olursa olsun,  insanın,  varlığı ve unutulması arasındaki cehennemden geçerken  karşılaşacağı o ilk yalımın deli maviliğinin,   gözünü alması kaçınılmazdır.

Peki insanın kendi cümlesinin hafızasıyla  bir başkasının cümlesinin hafızası  arasındaki sınır nerededir?

Buzzati, babasının krallığının sınırlarını görmek için yola çıkan ve yol boyunca başkente gönderdiği yedi 
ulaktan haberler alarak ilerleyen prensin  metaforlarla dolu yolculuğunda, düşünülen anlamda bir sınırın varlığından kuşku duymaya başlayarak  yolun ilerisinde  olağan dışı ışıklar, değişik özden yapılmış  bitkiler ve el değmemiş dağların arasına karışmasını anlattığı öyküsünden yirmi yıl sonra  sınırlar  ve  evrendeki haberleşmenin  gizemine   dair  But Science Says No “ başlıklı yazısında şu cümleleri kurar :

 “Bir dünya var, hala keşfedilmemiş, enerjinin aktığı, kontrolümüzden kaçan bir haberleşmenin olduğu dünya bu. Biri  onu çevreleyen görünür bir engelin bizi ondan ayırdığını söyleyebilir. Bu anlaşılması zor sınıra rağmen , yankılar ve mesajlar bazen fiziksel bir delille bile  şüphe bırakmayacak bir şekilde bize ulaşıyor. Gelecekte, burada yatan sırların şifresi bu büyüklüğün hakikatlerinin   yüzyılın bütün büyük  keşiflerini gölgede bırakacağı bir  şekilde  çözülecektir”




8 Aralık 1971 sabahı bir daha dönemeyeceğini bildiği  evinden  hastaneye yatmak üzere  çıkmadan önce  odaları dolaşır ve son olarak  çalışma odasına girer. Masasından bir parça kağıt alır ve kendi sandalyesinin boş olarak karakalem çizimini yapar.  Kendi yokluğunun son  eskizini  masaya   bırakır  evden ayrılır.

Entrümpelung. Eşyanın da insanı kapının önüne koyduğu  gün.

Buzzati ölüm  döşeğindeyken dışarda bir rahip hazırda  beklemesine rağmen onu çağırmaz.  Kendisine hastabakıcılık yapan rahibe hemşire , ölümünden 25 yıl sonra dahi,  Buzzati’yi  sessiz, zile hiç basmayan , beklentisiz bir hasta olarak hatırlamaktadır. Buzzati,  kendi sonunun yaklaştığını anladığında, sessizliğini bozarak  rahibeye şöyle der :

“ Şanslısınız, çünkü inancınız var.”
  Rahibe de  ona şöyle cevap verir;
              “Sizin de arayışınız var ve bu inancın başlangıcıdır.”

Çözülen  avuçlarından cam küresi okurlarına doğru yuvarlanırken Buzzati,  Gılgamış gibi gerçek ölümsüzlüğün geride bırakılanla hatırlanmanın olduğu bir teselliyle Teğmen Drogo gibi ölüme gülümseyerek gitti mi, düşlediği tahtırevan onu  bir kortej eşliğinde alıp götürdü mü, sınırda biriken sisten bunu göremiyoruz.

Ama Kadir-i Mutlak, bir yazara bir odada son eskizini boş bir sandalye olarak çizdirirken, başka bir zamanda birine bir sandalyenin yanmış iskeletini gösterip bu ikiz algının ruhlarını birbirine üfleyerek, bir kelimeden bir kesit alındığında, onu kesildiği halde nabız atışlarıyla hâlâ hayat sahibi gibi titreşen taze et parçası gibi açabildiğini gösterip, yazıya ayırdığı evrenin hiç şaka kaldırmadığını, her birimizin tasarladığımız rulolarla bir başkasının hayatında nelere imza attığımızı düşündürüp bizi ürpertmek istiyor olabilir miydi?

Zamanın küresinde, benim kısacık bir ânım yazarın bir ânının iskeletini saran bir doku kesiği gibi nabız bulup okurun şimdisinde atabiliyorsa, Buzzati  sonsuza kurulmuş gerçek saatin varlıktaki çarpıntısını iyi biliyordu.



*Enis Batur/ Tüfek Çatılacak, Çat

                                                                                           Hatice Nisan 

*yokuş yol'a dergisinde yayınlanmıştır.