‘Beklemek' diyor Albay
Giovanni:
'Ya sonsuz bir belkiyle
Sonsuz bir belkiyi beklemek'*
Bu sabah çıktığım yokuşta bir
karaltı gördüm. Yaklaştıkça karaltı yanmış bir yığına benzedi. Küle batırılmış büyükçe
bir fotoğraf çerçevesini andıran
dikdörtgen ahşap bir eşya
iskeleti köşelerinden birinden kozalaklara, dikenlere ve yanarken
şeklini kaybetmiş parçalara
saplanmış, sendelemeden dimdik duruyordu. Duruşunda uzak bir ahbabın çağrısı
vardı. Yaklaşınca bu eşyanın bir
sandalye olduğunu seçebildim. Hangi
bekleyişin eskidiği bilinmeyen bu sandalyenin yanmış kadrajında bir sırtın bir yaslanıştan uçup gittiği alaca bir gök seçiliyordu. Yokuşu bitirdim. Ana caddeye çıktım. Sağ tarafta yan yana iki dükkan vardı. Biri eski eşyaların onarıldığı bir döşemeci,
diğeri ise yeni eşyalar satan bir mobilya dükkânıydı. İlk dükkanın önünde
neredeyse cadde ortasına yakın bir noktaya eski bir sandalye yön tabelası gibi sembolik bir şekilde
bırakılmıştı. Çehresi plastik cerrahtan
yeni bir yüz bekleyen diğer eşyalarda sezilen
üstü örtük beklentiden arınmıştı. Gelip
geçenlerin hoşnutsuz bakışlarının bıraktığı tahrişler ufak defolara, defolar
sökükler ,sökükler parçalanmalara yol açıyordu ve bir süre sonra bu eşya sandalye
olduğunu bile unutacak gibi duruyordu.
Diğer dükkanda ise çıkta kalan sergi alanında yan yana, kol kola,
cilalı, kumaş ya da deri kaplamalı takım sandalyeler dizilmişti. Yanlarına uğrayan ziyaretçilerin evcil hayvan
gibi kendileriyle gezdirdikleri her yeni hevesin doğuracağı ihtimallerin
kıpırtısıyla, birbirlerinin
parlaklıklarında kendi zindeliklerini
seyrederek varlıklarını
yüceltiyorlardı.
Gördüğüm üç sandalyeyi geliş yolumdaki sıralamanın tersine
doğru insan ömrünün üç evresi gibi yan
yana koydum. Yanık sandalye çerçevesinden
görünen o alaca gökte, bu üç evrenin;
sabahın , ikindinin ve akşamın harmanlanışında tek
bir kareye dönüşmesini seyrettim. Bu karede, insan simsiyah bir damla mürekkep gibi
sandalye silüetine düştü. Düşmenin titreşimiyle şekil, renk dağıldı ve varoluşun gecesi bir kar küresi gibi
toparlanarak avuçlarıma düştü.
Algının
evinde , düşünceler yeterince
bekleyip bir olgunluğa eriştiklerinde zihin
kapısını aralayıp dış dünyaya doğru
uçuşkan parçacıklar halinde dağılırlar. Yaşamın
kimyasında bir cisim söz ya da
hareket arayışıyla kendilerine en yakın
buldukları hakikatin etrafında toplaşırlar ve tanımlanmış varlıklarının zeminine konarlar. Avuçlarıma düşen bu cam küre, büyülü gerçekliği kendi gerçekliğine
dönüştüren İtalyan yazar ve ressam Dino
Buzzati’den arta kalan düşşel bir mirastı.
Ölen bütün
yazarlar genç ya da yaşlı fark
etmez, dünyada yaşam halinde olanların
idrakinde bir çeşit ölüm ihtiyarlığına
erişirler. Okuma eylemi sırasında , satırlar üzerinden her okurun zihin sesinin
içinde kendi seslendirmesini tekrar
tekrar yaparlarken, okuyucu da
kendi zihin sesinin yazarın sesinin
etrafında ne kadar toplanıp ne kadar dağıldığına bakar. Bu iki sesli yolculuk esnasında kurulan
zihinsel ilişkiler zaman zaman
yaşlılarla kurulan ilişkilere benzer. Bu ölüm ihtiyarları, çatallaşan sesleriyle
, yazdıklarını seslendirdiklerinde belki
memnuniyetle , belki bazı kısımlarında yazmış olduklarından duydukları pişmanlıkla, belki okurların verdikleri
aralara gücenerek, belki de derin bir nefes alarak bilmiyoruz, anlattıklarının
sonunda bir yorgunluğa erişirler. Bazıları bu ziyaretle yetinir ve dinlenmeye çekilirler, bazıları
sonsuzdan kendi dünya payına düşen
sayılı zamanını kendisine ayıran bu zaman cömerdine teşekkür ederek onu kapıya kadar uğurlar, bazıları ise bu
ziyaretin sonunda okurlarının ceplerine, müşfik elleriyle bir şey sıkıştırmadan onları
göndermezler. Bir ihtiyaç anında cebe
uzanan ellerin, kendilerinin bilinmeyen
bir yer ve zamandan bu ihtiyacı kestirmiş olmalarının isabetliliğiyle buluşmasının, okurla aralarında aile bağlarına benzer bir yakınlık
kurabileceğini bilirler.
Bu akrabalık
bağını Buzzati kendine has bir şekilde kurmuştur. Bir eli gazeteciliğin keskin, yalın ve
huzursuz dilinin efendisidir, diğer eli
ise ressamlığın ve yazarlığın,
büyülü ve düşsel olanın uşağıdır .
Bir hukuk
profesörünün oğlu olarak 1906 ‘da Belluno kentinde dünyaya gelmiş, kendisinin
de hukuk okuduğu yıllarda Corriere della Sera gazetesinde çalışmaya başlamış ve
hayatı boyunca bu görevine devam etmiştir. İlk romanı Dağların Adamı
Barnabo’dur. En çok bilinen eserleri
arasında, Eski Korunun Gizemi, ona dünyaca ün getiren Tatar Çölü, Türkçeye “Tanrıyı
Gören Köpek” ve “ Colombre , K Balığı olarak çevrilen öykü derlemeleri, Poema a
Fumetti adlı çizgi roman şiir kitabı, Bir Aşk, Büyük Geri Çekiliş romanları,
Albert Camus tarafından sahnelenen “Klinik Bir Vaka “ oyunu ve Van
Morel’in Mucizeleri yer alır.
Erken yaşta
babasını kaybetmiş, neredeyse ihtiyarlığına kadar varlığının başka hiçbir kadına ihtiyaç duyurmadığını
ifade ettiği annesiyle yaşamış, yaşadığı
şehrin ve yüzyılın kabuk değiştirdiği İtalya’ya şahit olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nı
görmüştür. Dilin fonetiğinde bile insanoğlunun korkunç deneyiminin kan izlerine
rastlamıştır.
Buzzati,
yaşadığı dönemi kişinin henüz yaşarken
kendini içinde bulduğu yekpare bir cehennem gibi tasvir ederken, kendisini
de bu döneme çocukluğundan beri içinde
taşıdığına inandığı parçalı bir cehennemle dahil eder. Bu cehennem, eserlerinde canlı ya da cansız, basit ya da
karmaşık, önemli ya da önemsiz görünen her türlü kurgunun içinde birden belirir
ve ortaya çıktığı yer nasıl olursa olsun orayı kendi varlığına katarak yutar.
Bu bir bütün
cehennemin, düşleyen ve umudu arayan gezgin bir parçası gibi seyir halinde olduğundan, anlatılarının konusu bir böcek veya cansız bir eşya dahi olsa, ruhuna özgü bir tecrübe ediş şekliyle, hepsi
bir çeşit Dino Buzzati biyografisi
özelliği taşır.
Yaradılış adlı öyküsünde insan, mühendis meleklerden birinin
tasarladığı ve yol açacağı kanlı savaşlardan dolayı Tanrı’nın altına kerhen imza attığı bir varlıktır. Tanrı işe
yararlılığının ayrıntılarında gizli olabileceğini düşünmüştü ve şöyle özetlemişti
anlatıcı:
“İnsan! Ne
çılgın bir düşünce, ne tehlikeli bir şımarıklık peşindeydi. Ama içten içe ne
büyülü bir oyun, ne korkunç bir hevesti. Belki olacak olan olmalıydı; değerdi
buna. Kaldı ki yaradılış anında iyimser olmak uygun düşerdi.”
Kendine
kelimelerden yer açtığı bu oyunda Buzzati
için fantastiğin dili kan lekelerini pansuman eden, ağrı eşiğini
esneten bir iyiliğe sahiptir. Düşsel mirası olan cam küresini manzara ve
eskizlerle oluşturmuştur.
Buzzati için
manzara kaçınılmaz bir ihtiyaçtır.
Çocukluğundan itibaren, gözünün
önünde ya da uzağında, tablolarında veya öykülerinde bir şekilde kendisine eşlik eden
Dolomite Dağları, kendi yaşamı için bir boy cetveli gibi hep başucunda durmuştur. Bu cetvelin üzerindeki zaman çizgilerinde , çocukluğundan bu yana
ruhuna düşen gölgeleri, uzaya , kısalan, daralan ve genişleyen vakitleri ölçen
Buzzati, insan için manzaranın bir noktadan sonra insana kendi bakışını çoğaltarak iade eden
güç olduğunu tecrübe etmişti.
Eskizlere
gelince , çizilecek olanın felsefesi ön plana çıkıyordu. Dünya, Tatar Çölü
romanında, ömrünü parıltılı bir hayalin bekleyişine adayan askerlerin Bastiani Kalesi’nde nöbet
değişimleri sırasında kullandıkları iki parolanın arasındaki yankı gibidir; mucize
ve sefalet. İki sözcük arasında
yalpalayan insan her günkü duvarlara duyulan bir evcil aşkı
duyumsamaya başlayarak her türlü
alışkanlığın pençesine düşmüştür . Bu bir tür yaygın insan hastalığıdır ama burada tuhaf olan, bu hastalığın pençesine
tam düşememiş insanlar hastalık sahibi
gibi düşkün görünürken, diğerlerinin
sıhhat içinde algılanmasıdır.
Van Morel’in
Mucizeleri kitabında bu azınlığın içine düştüğü paradoksu Buzzati şöyle anlatır:
“…1871 de,
Balkanlardan bir zihin karıncaları istilası oldu. Bu karıncalar
kulaktan geçerek ulaştıkları
beyin kıvrımlarına yerleşince ufacık,
neredeyse belli belirsiz olan kendi boyutlarından önemli ölçüde büyümüşlerdi. Kurbanlar,
yine de çok azdı. Enfekte
olanlar, yavaş yavaş bölgenin akıl hastanelerine sevkediliyor ve hastalığın izleri kayboluyordu.
Zihin
karıncaları, saf varlıklarıyla, gündelik hayatın ontolojik katılığını gevşetiyor,
enfekte olan kişinin varlığına dair bir şüphe bırakıyordu. “
Gerçekten hasta olanların durumundan bir
kesiti ise “Yüzyılın Cehennemlerine
Yolculuk “ adlı öyküsünde Yalnızlıklar bölümünde devasa bir salonda Beethoven’ın “ Appassionata “ parçasını dinleyen kalabalıkları tasvir
ederken anlatır. Orada cehennem halkı can çekişen balıklar gibi ağızlarını
oynatırken, belki,
belki birazcık hava almak, belki de adı aşk, merhamet ve lezzeti korkunç olan o
şeyden bir gramcık tatmak istiyorlardır ama kimse özgürleşemiyordur, kimse doğduğundan beri içine kapanmış olduğu
demir evden, hayatın gururlu sersem kutusundan çıkamıyordur.
Buzzati’ye göre,
insanın baktığı yöne dalıp gitmesi kaçınılmazsa, manzaraya yerleştirdiği eskizlerle düşleme şeklini , boya fırçasının
ucundan bir damlayı berrak bir suya bırakır gibi iddiasız ama sade bir dil
hamlesiyle okurun düşleme şekline bırakabilirse, düşünülmekte
olanı düşlenebilecek olanla rahatsız edip, bulandırıp harmanlayabilirdi.
Bu
düşünceyle güzel ve çirkin, sonlu ve sonsuz , kutsal ve lanetli
olanın eskizlerini kendi inandığı perspektifle cam kürenin içine büyük
kürenin mikro izdüşümü gibi yerleştirmiş
ve okura sunmuştur. Okur ne zaman zihniyle
bu küre arasında bir titreşim hissetse, küre silkelenir ve dağılan parçacıklar
arasından o anki algıya ve duruma dair belirgin bir manzara önünde belirmeye
başlar. Bu cam küre, Buzzati için elli
yıl, yüz yıl sonrasına yönelttiği sorunun karşısında durabilecek kendi varlığına dair
tek kişisel eşyasıdır.
“ Daha uzun bir süre varlığımız sürecek belli. Ama diyelim ki
elli yıl sonra, yüz yıl sonra, ne kalacak bizden geriye? Kim anımsayacak bizi?
Yine aynı öyküsünde, cehennem
ehlinin eski eşyaları ve işe yaramayan yaşlıları kapı önüne koyarak kutladığı
modern zamana ve insana ince bir gönderme içeren “Entrümpelung” adlı arınma bayramında, kapı önüne bırakılan kenarları çatlamış vazo, boş kafes, eprimiş
bayrak, saksılar, çürük patates dolu çuvallar, talaş süprüntüsü gibi eşyaların arasında
Buzzati’nin dikkatini çeken ve
yukarıdaki sorusunu kemiren iki eşya vardır; “kimsenin
okumadığı kitaplar ve “bir torba unutulmuş şiir”
Cehennem
neden yapılmış olursa olsun, insanın, varlığı ve unutulması arasındaki cehennemden
geçerken karşılaşacağı o ilk yalımın
deli maviliğinin, gözünü alması kaçınılmazdır.
Peki insanın kendi cümlesinin hafızasıyla
bir başkasının cümlesinin hafızası arasındaki sınır nerededir?
Buzzati, babasının krallığının sınırlarını görmek için yola çıkan ve yol
boyunca başkente gönderdiği yedi
ulaktan haberler alarak ilerleyen prensin metaforlarla dolu yolculuğunda, düşünülen anlamda
bir sınırın varlığından kuşku duymaya başlayarak yolun ilerisinde olağan dışı ışıklar, değişik özden yapılmış bitkiler ve el değmemiş dağların arasına
karışmasını anlattığı öyküsünden yirmi yıl sonra sınırlar
ve evrendeki haberleşmenin gizemine
dair “But
Science Says No “ başlıklı yazısında şu cümleleri kurar :
“Bir
dünya var, hala keşfedilmemiş, enerjinin aktığı, kontrolümüzden kaçan bir
haberleşmenin olduğu dünya bu. Biri onu
çevreleyen görünür bir engelin bizi ondan ayırdığını söyleyebilir. Bu
anlaşılması zor sınıra rağmen , yankılar ve mesajlar bazen fiziksel bir delille
bile şüphe bırakmayacak bir şekilde bize
ulaşıyor. Gelecekte, burada yatan sırların şifresi bu büyüklüğün hakikatlerinin yüzyılın bütün büyük keşiflerini gölgede bırakacağı bir şekilde
çözülecektir”
8 Aralık 1971 sabahı bir
daha dönemeyeceğini bildiği evinden hastaneye yatmak üzere çıkmadan önce
odaları dolaşır ve son olarak
çalışma odasına girer. Masasından bir parça kağıt alır ve kendi
sandalyesinin boş olarak karakalem çizimini yapar. Kendi yokluğunun son eskizini
masaya bırakır
evden ayrılır.
Entrümpelung. Eşyanın da insanı
kapının önüne koyduğu gün.
Buzzati ölüm döşeğindeyken dışarda bir rahip hazırda beklemesine rağmen onu çağırmaz. Kendisine hastabakıcılık yapan rahibe hemşire
, ölümünden 25 yıl sonra dahi, Buzzati’yi
sessiz, zile hiç basmayan , beklentisiz bir hasta olarak
hatırlamaktadır. Buzzati, kendi sonunun
yaklaştığını anladığında, sessizliğini bozarak rahibeye şöyle der :
“ Şanslısınız, çünkü
inancınız var.”
Rahibe de ona şöyle cevap verir;
“Sizin de arayışınız var ve bu inancın
başlangıcıdır.”
Çözülen avuçlarından cam küresi okurlarına doğru
yuvarlanırken Buzzati, Gılgamış gibi
gerçek ölümsüzlüğün geride bırakılanla hatırlanmanın olduğu bir teselliyle Teğmen
Drogo gibi ölüme gülümseyerek gitti mi, düşlediği tahtırevan onu bir kortej eşliğinde alıp götürdü mü, sınırda
biriken sisten bunu göremiyoruz.
Ama Kadir-i
Mutlak, bir yazara bir odada son eskizini boş bir sandalye olarak çizdirirken,
başka bir zamanda birine bir sandalyenin yanmış iskeletini gösterip bu ikiz
algının ruhlarını birbirine üfleyerek, bir kelimeden bir kesit alındığında, onu
kesildiği halde nabız atışlarıyla hâlâ hayat sahibi gibi titreşen taze et
parçası gibi açabildiğini gösterip, yazıya ayırdığı evrenin hiç şaka
kaldırmadığını, her birimizin tasarladığımız rulolarla bir başkasının hayatında
nelere imza attığımızı düşündürüp bizi ürpertmek istiyor olabilir miydi?
Zamanın küresinde,
benim kısacık bir ânım yazarın bir ânının iskeletini saran bir doku kesiği gibi
nabız bulup okurun şimdisinde atabiliyorsa, Buzzati sonsuza kurulmuş gerçek saatin varlıktaki
çarpıntısını iyi biliyordu.
*Enis Batur/
Tüfek Çatılacak, Çat
Hatice Nisan
*yokuş yol'a dergisinde yayınlanmıştır.